Gökyüzü ağladı. Güneş buz gibi oldu titredi. Rüzgar öfkeyle savurdu önüne geleni. Yağmur hissizleşti, rüzgarın öfkesiyle oradan oraya savruldu. Yarı çıplak bedenini örtemeyen giysilerine küfür savurdu kadın. Yağmurdan ıslandıkça üzerine yapışan ve sakladığı her mahremini, her sırrını ortaya çıkaran yağmura sövdü. Isıtmayan ama parlaklığıyla gözlerini kamaştırıp hain rüzgarın savurduğu eteğini toparlamaya fırsat vermeyen güneşe lanet yağdırdı. Yürürken attığı her adım daha meşakkatliydi artık. Aptalı oynamaktan yorulmuş mimiklerini serbest bıraktı. Gözyaşları bendi yıkılmış baraj gibi akıyordu renkli gözlerinden. Gözlerinin de rengi kalmamıştı ya hani...
Aldatılmıştı kadın. En kıymet verdiği, tüm masumiyetini avuçlarına bıraktığı erkeği tarafından aldatılmıştı. Düğün günlerini hatırladı. O kadar masumdu ki o gün. Bembeyaz gelinliğinin içinde ay parçası gibiydi. O gün sevdiği adamın oldu. Geleneklerinden sıyrılmak istememişti hiç. Evlendiği insanı bu şekilde onure edeceğini düşünüyordu. Böyle öğretilmişti ona. Masumiyet kavramı böyle şekillenmişti onun zihninde. Masumiyetini, belindeki kırmızı kurdeleyi çıkaran adama teslim etti. Hayatı bu adamdı artık. Onsuz nefes almak haramdı ona. Onsuz hiç nefes alamadı. Onun kokusu olmadan ağlayışı durmadı. Kokusu hala burnundaydı ama ağlayışı durmuyordu bu sefer. Hıçkırmalarını susturamıyordu. Kıymetlisi ondan geçmişti artık. Başka bir ten, başka bir kokunun peşine düşmüştü. Dünyada sevdiği erkeğin kokusundan ziyade koku yoktu onun için ama kendi kokusu o kadar da vazgeçilmez değilmiş meğerse...bilemedi...
"...Bir gecelikti. Onu sadece fiziksel olarak istedim. hiçbir şey hissetmedim inan..."
İnanmış gibi yaptı bir süre. Zaman geçtikçe, unutmak yerine daha da alevlendi içindeki ateş. Erkeğinin her gözlerine baktığında başka bir kadının dokunuşunu gördü. O, her konuştuğunda o dudaklara dokunan eller geldi gözünün önüne. Yapamadı. Gözleri geçmişe kilitli, arkasını döndü yatakta. Eşi uyuduğunda kalktı. Tiz bir horlama geliyordu yanındaki yastıktan. Tiksindi...
"...Ben bunca zaman nasıl uyudum bu horlamayla ?! ...Ayakları kokuyor!...Yıkanmadı mı bu adam yatarken ya!...Bir insan yatağın içinde ter mi kokar?!..."
Gırtlağındaki kasılmayla yataktan kalktı. Öğürmesi geçene kadar banyoda oyalandı. Aynada kendine baktı. Kaşlarını inceledi. Gözlerine dokundu. Burnunun yandan görünüşüne baktı.
"...Deli miyim ben?! Benden güzel olmasa neden onu tercih etsin ki?! Belli ki bende bulamadığı ama söylemeye de çekindiği şeyleri buldu onda. Ahlaksız!...Söyleseydi keşke. Ben bir yolunu bulurdum..."
Dünden yapmış olduğu plana istinaden hazırladığı kıyafetlerini lavabonun altındaki dolaptan çıkarıp giydi. Dantelli siyah jartiyerini düzeltti. Eteği, jartiyerinin tam başladığı yerde bitiyordu. Üzeerinde göbeği açık bir starplez bluz vardı. Makyajını da tamamladıktan sonra, istediği oranda aşifte olmuştu artık. Arabanın anahtarını alıp dairenin kapısını usulca kapattı. Üzerinde, yüreğindeki yangını kamufle edercesine, tanınmamak için giydiği siyah uzun paltosu vardı. Gözlüğünü taktı. Artık hazırdı.
Arabayı ne kadar amaçsızca sürdüğünü, yanından geçen kamyonun kulak patlatan kornasını duyduğunda farketti. Nereye gidecekti ki! Keşke önceden bir araştırsaydı. Arabayı kenara çekti. Planına iştirak edecek kişi kim olmalıydı? Ona asılan ama hiç yüz vermediği çevresinde dolaşan arkadaş bozuntularını düşündü ama hepsi evliydi. Aklına, bir ara arkadaşlarıyla türkü barlardan birine gittiği gün geldi. Henüz evlenmemişti. Üç kız, girdikleri barda vur patlasın çal oynasın, kah gözyaşı, kah kahkaha atma modunda eğlenirken etraftaki erkeklerin rahatsız edici tavırlarını farkedip alel acele oradan ayrılmışlardı. O erkeklerin yanlarında da, şuan üzerindeki giysilere benzer kıyafetler giymiş kadınlar oturuyordu. Evet. Nereye gideceğine karar vermişti. Kontağı çalıştırdı. Araba hareket ederken, radyoda Tanju Okan'ın kadınım parçası çalıyordu. Bu şarkı, erkeğinin en sevdiği şarkıydı. Ağlamamalıydı...Ağlarsa makyajı akardı...
"...Ben içki içmem. Ama içki içmediğimi söylersem inandırıcı olmam..."
Bara girdiğinde garsonlar yiyip bitirircesine bakışlarla karşıladılar onu. Kuytu bir köşeye oturabileceğini söylediler. Rakı söyledi...
İlk dubleyi çarşamba türküsüyle bitirdi. İkinci kadehi ise değmen benim gamlı yaslı gönlüme türküsünü mırıldanırken devirdi. Etrafta renkler birbirine karışmıştı. Tam sıradaki türküye iştirak edecekti ki yanında bir adam oturdu. Övgülerle ona yanaşmaya çalışırken, kaba elleriyle beline sarılmıştı. O an irkildi. ve saniyeler süren bir zaman aralığında aklı yerine geldi. Sonra yine karanlık...
Günün ilk ışıkları sapsarı renkli odanın içindeki tüm toz zerreciklerini ifşa ederken gözlerini açtı. Bir horlama sesiyle irkildi. Çırılçıplaktı. Sağından gelen bir nefes sesiyle titredi. Erkeği değildi nefes alan. Bir öğürmeyle banyoya koştu. Barda belini tutan adam, boylu boyunca yatıyordu yanında. Buradan çıkmalıydı. Kendine gelip, suya dalmışçasına nefesini tutup, hemen buradan çıkmalıydı. Odaya girdi. kıyafetlerini toparladı. Ayakkabılarını giyecek zamanı yoktu. Eline alıp parmak uçlarına basarak evden ayrıldı. Elleri titremeye, başı dönmeye başlamıştı. Gözlüğünü bulamadı. Nasıl gizleyecekti şimdi günahını!...
Dün geceyi düşünürken daha da fazla titredi oturduğu bankta. Gidecek hiçbir yeri, bunu anlatacağı hiçbir arkadaşı yoktu. Hıçkırıkları biraz azaldığında taksiye bindi. Evine gidecekti. Günahının bedeliyle yüzleşecekti. Yuvasına vardığında kapıyı aralık buldu. İçeriden ses gelmiyordu. Yatak odasına gitti. Garip bir parfüm kokusu vardı. Alışık olmadığı bir koku...
"Bunların hepsi şaka...Sadece ctrl F tuşuyla onu bulmak istiyorum..."
Eşine bugün için işe çok erken gitmesi gerektiğini ve çok geç döneceğini söylemişti. Sadece buydu. Peki bu parfüm kokusu neydi?!
Yastığının üzerindeki pempemsi lekeyi görüp kokladı. Allık kokusunu içine çekti. Tüm yaşanmış olma ihtimali olan anıları koklarcasına kokladı yastığı. Onun yastığıydı. Kendi yastığında başka bir kadının allığının kokusunu iyice duyumsadı. Duyumsadığından emin olmayıp, yeniden yeniden ve yeniden kokladı. Sakince yastığı yerine bıraktı. Banyoya gitti. Aynada darmaduman olmuş suratına baktı. Yırtılmış kıyafetlerini yavaşça üzerinden sıyırıp duşa girdi. Üstündeki yabancı ter kokusundan arınmak için saatlerce keselendi. Bornozuyla salona geldiğinde, öğle vaktini geçmişti. Boş boş, oturduğu koltuğun karşısındaki pencereden dışarıya bakıyordu. Gözleri tek bir noktaya sabitlenmiş, nefesi tek bir çizgide sessizce oturuyordu. Ondan intikam almaktı amacı. İntikamı uğruna bedenini bir yabancıya satmıştı. Misafirlere ikram edilen purolardan birini yaktı. Yine ikram için evde bulundurdukları viski şişesinden bardağına viski doldurdu. Bir kaç saat öncesine kadar ne içki ne de sigara içen bir kadındı. Öldürdüğü günahsız kadın için içkisinden bir yudum aldı ve gömdüğü hayallerinin erkeği onuruna bir nefes çekti purosundan. Sonra kalktı ve yuvasının açık bırakılmış, kapısını sıkıca kapattı ve üzerine yeni giydiği bedeniyle ıssız evde yapayalnız kaldı.
28 Kasım 2014 Cuma
18 Kasım 2014 Salı
Sonsuza kadar demek...Güzel şey...
Bir kadının dudağına dokunup yüreğine dokunamadıysanız kirletmişsinizdir o kadını. Şuursuzca
istismar etmişsinizdir bedenini. Bedeni istismar etmek illa işin içinde cinselliğin olması demek değil yani. Ona dokunduğunuz elleriniz sırlarınızla kirlenmişse, bu kiri onun tüm ruhuna bulaştırmışsınızdır.
“Bir seviyi anlamak bir yaşam harcamaktır. Harcayacaksın…”
Gerçekten kaç kişi bir seviyi anlamaya çalıştı? Gerçekten kaç kişi, sevildiğini hissettiğinde tatmin olan egosuyla ona acı çektirmektense, onu daha çok sevmeyi seçti? Kaç kişi “kaçan kovalanır” özdeyişiyle (!) kaçtı sevdiğinden. Bu yolla, kaçınız kovalanmayı bekledi…
Bir erkek acımasızmış, sevmezmiş, yok efendim, çok yüz verirsen gidermiş, kıskanırsan boğulurmuş. Böyle şeyler yok anam babam. Biz kendi yarattığımız kodların şekillendirdiği erkeklere yeniliyoruz. Çünkü, Türk kadını bu şekilde düşünerek büyütülüyor. Bu kod altında, erkek çocuğunu büyütüyor. Bu kodlamayla büyüyen erkek de, sanki çok kıskanıldığında ya da çok boğacak kadar ilgi gösterdiğinde hiçbir insan sıkılmazmış gibi, bunu erkekliğine yontarak eyvallah diyip çarpıyo kapıyı. Şimdi burda kurban kim? Aslında kurban erkek…
Oysa erkek de sever. Hem de çok sever. Sizi sevmeyenleri görerek umutsuzluğa kapılmayın. Sevdiğinde köpekler gibi sevmesini bilir. Sıkılgan oldukları doğrudur. Zira o kadar yalın bakarlar ki hayata, alengirli duygu durumları yorar kalplerini. Çünkü öyle büyütüldüler. Büyürken, kadın toplantılarında “erkekler mi hepsi aynı. Allah kökünü kurutsun bunların. Pislikler” ifadelerini duya duya, geliştirdikleri kodu karmaşık bir yazılıma dönüştürüp oluşturdukları veri tabanıyla yaşamaya başladılar. Topladıkları her veriyi, erkeği yeren konuşmaları yapan insanlar verdi onlara. Bu insanlar kadındı. Kadınca ve tek taraflı can acılarıyla haykırırken, ağızlarından çıkan harfin, onlarca hayata malolabileceğini düşünemediler. Çünkü o sırada, daha önce kodlanmış bir erkek tarafından terkedilmiş bayan, gözyaşlarının doldurduğu buğulu gözlerinden etrafta oynayan, sehpa aralarında gezen, koltuğa çıkmaya çalışan, kurabiye aşırmaya çalışan, küçük kıza kur yapmaya çalışan arkadaşlarının erkek çocuklarını göremedi…
“Ben ölseydim o belki ağlardı. Ama o ağlasaydı ben ölürdüm…”
Birinin gözyaşı sizi perişan edebilir. Bırakın üzmeyi, onun sizden sebep ağladığını bilmek sizin kendinizden vazgeçmenize sebep olabilir. Onun gözyaşları yer çekimine yenik düşerken, yer çekimini yok etmek istersiniz. Azabınız, kendinizi suçlamaktan öteye geçmiş, onun ağlarken çektiği acıya dönüşmüştür. Böyle erkekler var evet. Kim ne derse desin. Böyle erkekler var. Peki o zaman bu kodlanmaya ne oldu da, sıkıntıya gelmeyen erkek, birinin durmaksızın akan gözyaşına sebat edip, onun gözyaşını durdurabildi diyeceksiniz. Oysa gelişim insan sadece öldüğünde biter. Olgunlaşmak her yıl yeni sürümleriyle karşımıza çıkar. Önemli olan bu sürümleri kendi sisteminize yüklemeyi isteyip istememek…
İnsanoğlu geliştikçe, sevgiyi, aşkı ve özü bulur. Aşk, tensel temastan öteye geçer. İnsanoğlu geliştikçe, bütünlenmek ister. Geliştikçe daha da artar bu isteği. Bütünlenmek istenen insan ,aşkı ve sevgiyi bir bütün olarak ele alır. Egolarından ve tüm korkularından arınmıştır artık. Geçmişi geçmişte bırakabilmiş, tamamen geleceğine odaklanmıştır. Çok sevgi ve ilgi gördüğünde kaçmayı değil, karşılık vermeyi öğrenmiştir. İlişkinin yaşam savaşlarını çok önceden duyup önlem alabilir. İlişkiyi hayata döndürebilir.
Geçmişte ne yaşadığınız ve nasıl büyütüldüğünüzle ilgilenmiyor kimse. Herkes, sizin kendinizi ne kadar geliştirdiğinizle ilgileniyor. Hayat sizin. Mutluluktan ne anladığınıza ve bu hayatta mutluluk adına gerçekten ne istediğinize karar verdiğinizde mutlu olmayı başarabilirsiniz. Mutlu olun :)
30 Ekim 2014 Perşembe
HABERSİZ ÖLME SAKIN...
“….öleceğini neden haber
vermedin….
….aradım seni, açmadın”…
Sessiz bir haykırışla gidenin
ardından döktüğümüz gözyaşı ve isyan…her giden dünyanın en iyi insanı…her giden
günahlarından biraz daha arınıyor gittikçe…mesafe arttıkça, güzellikler
çoğalıyor, çirkinliklerin üstü örtülüyor…O halde neden yakınlaşma çabasındayız
ki…neyin ısrarı farkında olmadan birbirimize yanaşım çabalarımız…
Masum olan insanı kirletti aşk.
Sonra aşk masum kaldı insan günahkar. Aslında hepimiz günahkarız. Çünkü hepimiz
aşığız. Kaçtıkça daha fazla yakalandığımız o iğrenç girdabın içine doğru
istemeden sürükleniyoruz. Aşkımız için nefesimizi bile tutuyoruz. Nefesimizi…Bizi
tutuyoruz yani…Biz olmadan aşkımız varolabilecekmiş gibi, kendimizi yok sayarak
var ediyoruz aşık olduğumuz bireyi. Sonra, onun bizi görmesini, sevmesini,
bize, bizim ona verdiğimiz değeri vermesini istiyoruz…
Ortada bir aşk varsa, bireylerden
biri kendini yok saymışsa bu birliktelikte, diğeri mutlaka kendini varsaymıştır.
Yoksa teknik olarak bir birliktelik olma ihtimali bulunmuyor maalesef. Yani,
beraberlik, tek tarafın daha fazla sevmesiyle meydana gelen bir bütünleşme halk
dilinde. Çünkü diğer taraf, kendini daha fazla seviyor. Tüm hikayelerde,
kendinden vazgeçmiş aşıkların birlikte olamadığını görürüz. Bir türlü bir araya
gelemezler. Çünkü ikisi de yoktur aslında. Varolmayan bireyler birlikte
olabilir mi?...
Doğru aşk, kendinden geçerek sevmek
mi, yoksa kendini severek çoğalmak mı, bunu cevaplayabilmiş bir hipotez yok
şuana kadar. Herkes, sen varsan, o var, yoksan o yok diyor ama birey kasıtlı
olarak vazgeçmiyor kendinden, bunu anlamıyorlar. Kendinden vazgeçmek de, öyle
kolay bir şey değil. Maharet istiyor. Mesela en başta, kendini çok da sevmeyen
bir birey olman lazım. Zor aslında…hayatın sana sunduğu kötü kadere maruz
kaldıysan olabilitesi o oranda artan bir ihtimal. İkincisi, kendine özsaygının
olmaması gerekiyor mesela. Devamlı kaygılı bir birey olmak. Herşeyi üstüne alınan, insanların tavırlarına göre hayatını
şekillendiren, patolojik bağımlılığın kıyısında vantuz misali yapışacağı adayı
bekleyen birey olmak…Evet hakikaten zor kendinden vazgeçen insanın durumu. Zira
o zaten, aşık olmadan önce de vazgeçmiş kendinden…
“Heyhat, sen yanar da söner mi
sandın?…Ölmüş döner mi, dönmüş ölmüş mü sandın?”…
Giden, ölüyor değil
mi?…Öldükçe, daha
fazla yaşıyor insan. Kalan aşık kendinden vazgeçen tarafsa, gidenle birlikte o
da ölüyor. Bir daha asla varolmamak üzere, yok oluyor. Varlığı ile yokluğu bir,
silik bir birey çıkıyor ortaya. Gidenden nefret eden kalan, her gün biraz daha
yeniliyor nefretini. Eğer, giden kendinden vazgeçen bireyse, kalan nefretini her
gün yenilemektense, o nefreti stabil tutmayı tercih ediyor. Artmayan, eksilmeyen
ama azalmayan bir nefret…
Nefret ediyorsunuz, vazgeçtiniz,
unuttunuz onu. Defolsun gitsin ne hali varsa görsün, kimle düşüp kalkıyorsa
kalksın. Zaten sizi hiç sevmemişti. Sizin biçare kalbinizle oyun oynadı,
eğlendi. Sizin aşkınızla beslendi ve doyduğunda da gitti…İşte nefret bu kadar
fazla aşkla sarmaş dolaş…Nefret ettiğiniz bireyi unuttuğunuzu sandığınız her an
biraz daha hatırlarsınız aslında. Nefret aşktan, aşk nefretten beslenir.
Nefesini paylaşamadığınız bireyin, tenini başka insanlara terk etmek, nefretin
yaratmış olduğu mazoşistliğin son noktasıdır. Kendinizle oyun oynandığını
düşündüğünüz her an biraz daha yok sayarsınız kendinizi. Kendinizi yok saydıkça
nefretiniz büyür, zira nefret yokluktan beslenir. Eksiklikten haz duyar. Siz
eksildikçe, nefretiniz büyür; siz tamamlandıkça, duyarsızlığınız artar. İşte
aşkın karşıtı duyarsızlıktır. Hissizlik…Nefret ne kadar sarmaş dolaşsa aşkla,
hissizlik o derece hısmıdır aşkın…
“Duyarsın da, niye ses etmezsin
ay yüzlüm…Etme nefret benden, zira sen nefret ettikçe yeniden ölürüm”.
Aşkımızı öldürmemek için
sarıldığımız nefretin bizi yok ettiğini farketmemiz biraz zaman alıyor değil
mi?...Nefret edilen bilse, çok üzülür çünkü. Onu üzmek boynumuzun borcu. Çünkü
elini kolunu sallayarak çıktı gitti hayatımızdan. Bilmediğimiz detay, aşık
olduğumuz ve bizi terk eden bireyi asıl öldürenin onu unutmamız olduğudur. Onu
asıl üzen unutulmaktır. Nefret onu üzer ama aynı zamanda sessiz egosunu okşar.
Unutulmak ise bir insanı öldürür. Unutulduğunu anlayan insanın egosu kalmaz.
İster kendinden vazgeçen birey olsun, ister kendini daha fazla seven taraf
olsun, uzatmaları oynayan iki denk olmayan futbol takımının bir anda
oluşturduğu denklik gibi, eşitlenir ikisi de. Yani, ister ölümüne sevsin, ister
kaçınarak sevsin, unutulduğunu anladığında tıkanır nefesi…
Bir aşk doktoru
değilim. Kimseye öğüt verecek kadar da büyümedim. Sadece aşık oldum ben. Nefret
edecek kadar, nefretimi kontrol edip ona karşı adım adım hissizleşip, duyarsızlaşacak kadar
sevdim…Yolun sonunda kendimi bulacak kadar sevdim. Sonra, aynaya baktığımda “BEN”i gördüm. Meğer, hiç varolmayan BEN,
varolmaya başladığımda, duyarsızlaşacak kadar güçlü oluvermişim. Onu
anladım…Nihayetinde, intikam almayı sevmediğimi bildiğim için, en güzel
ödeşmenin, onu yok saymak olduğunu fark ettim. Şimdi bir BEN varım bir de
kendim…
Terkedilen dertli kadın v.04
(Hayal ürünüdür. Empatik beyin ürünüdür)
(Hayal ürünüdür. Empatik beyin ürünüdür)
3 Ekim 2014 Cuma
TERKEDİLEMEYEN...
Uzun süre sessiz kaldılar. Biri, alamadığı sevgiden diğeri veremediği ilgiden muzdarip çığlık çığlığa bakışıyorlardı. Geçmiş buz gibi bir kütle halinde ayaklarının altında dolaşıyordu. Verilecek hesap çok, hesabı tutacak el yoktu...kızın sessiz haykırışları adama ulaştı. Adam sessizce burnunun yanından akan gözyaşını sildi elinin tersiyle. Çaresizlik koltuklardan birine oturmuş, kollarını bağlamış ikisini izliyordu. Bu adam benim babam dedi kız...benim babam...bir babayla kızı arasında böylesine geniş bir boşluk olabilir miydi...bir baba bu kadar uzak olabilir miydi yavrusunun yaralarına...bir baba bu kadar yalnızken, bu kadar kalabalık olabilir miydi...Şimdi karşısında ağlayan adam, hayatını ondan çalan adamdı. Babasıydı...geçmişine ağlayan, geleceğini kurmaya cesaret edemeyen ve kızının yardım çığlıklarına utanarak sessiz kalan bir babaydı o.
O küçücükken, çıkıp gitmişti o kapıdan. Aklına gelmemişti hiç, onsuz darmaduman olacak hayatları geride bıraktığı. Kurtulmak istiyordu sadece. Kuramadığı hayattan, hiç ettiği hayallerden. Huzursuzluktan, kurtulmak istiyordu. Geride bıraktığı kızının içine akıttığı gözyaşlarını görmeyi reddederek yaşadı yarım yamalak aşklarını. Çünkü kızı ne zaman arasa, telefonunu açıyor, yine hasretle konuşuyordu onunla. Kızı için çabalamasına gerek yoktu. Kendisini terk etmediğine emindi yavrusunun. Küçük kızını terkettiğinin farkında olmadan, terkedilmediğine emin olarak içi rahat yaşadı...
Bir kız, babası gittiğinde ölür. Babası gittiğinde, hayalleri, umudu, güveni, cesareti ölür. Bir kız, babası gittiğinde özgürlüğünü birine teslim etmek ister. Babasız bir kız, hep yorgundur aslında. Dinlenebileceği bir liman arar. Sakin sessiz, kendinden emin, mağrur ve koruyucu bir liman arar. Bir kızın ilk aşkıdır babası. İlk erkeğidir. Hayatındaki ilk kadının erkeğidir o. İşte bir kız bu erkeği kaybettiğinde, hayatındaki tüm erkekleri kaybeder aslında. Tüm erkeklerden uzak kalmak ister. Çünkü, erkekler acımasızdır. Erkekler terkeder. Erkekler bencildir. Ona dikte edilen bu kalıplarla büyüyen minik kız, tüm kalkanlarını çıkarıp girdiği o evin ıssız bir köşesinde babasına yalvarıyordu. Onu yeniden kazanmak umudu olmaksızın bir insana yalvarmak ne kadar acı verirse, o kadar acı çekiyordu kız. Bir kız babam ol diye babasına yalvarıyorsa eğer, artık yaşamak için çok az sebebi vardır. Son umudunu harcıyordur.
Birbirlerine sarılamadılar. Babası ağlamaya başlamıştı. Çaresizce tüm hatalarını, yaşadığı hayata yüklüyordu. Ağladıkça, akıtamadığı nefretini döküyordu ortaya. Kimden nefret edeceğini şaşırmış bu adamın karşısında küçücük kaldı kız. Aslında kendisinden bu kadar nefret eden bir adamdan sevgi dilenmek intihardı. Çünkü bu adam sadece kendinden nefret ettiğini hatırladığı zamana kadar gösterecekti sevgisini. Sonra yine terkedecekti. Yine gidecekti. Çaresizce yalvarmayı bıraktı. Hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Kendisine sabırla alfabedeki "Ğ" harfini öğreten babası artık hiç olmayacaktı. Abisinin hışmından onu koruyan, tek bir kişinin kötü şey söylemesine izin vermeyen, onu haksız yere suçlayıp kendisine şikayet ettiklerinde "benim kızım öyle şey yapmaz. Haydi evinize gidin" diyerek kızını sonsuz inancıyla koruyan o adam hiç olmayacaktı artık. Suskunluğu, binlerce soru işaretini taşıyordu. Her bir soru işareti, kaybettiği her bir yılı temsil ediyordu.
Eve gitmeye karar verdi. Babasının yokluğunda onu büyüten ve tüm hayatını ona adayan kadına gitmek, ona sarılmak istedi. Sessizce çıktılar evden. Birbirlerinden uzaklardı. Konuşacaklarına, bundan sonra irtibat halinde olacaklarına dair birbirlerine verdikleri vaatlerin saçmalığının farkındaydı ikisi de...otobüs durağına geldiler. Otobüs durakları böyle buruktur işte. Hep bir ayrılık vardır o duraklarda. Hep bir bekleyiş, hep bir sabırsızlık. Babası sarıldı kızına, eline tutuşturduğu parayı kendi gözlerinden sakladı adeta. Darmaduman ettiği hayatından, dağıttığı servetinden sonra geriye kalan son parasıydı. Utanarak kendisinden parayı alan elleri sardı boynuna...
Ah o baba kokusu, hiç bir erkekte olmayan bir kokuydu. Hiç bir kimsede koklayamadığı o kokuyu derin derin içine çekti. Onu birdaha göremeyeceğini bilemeden ama sanki son kez gördüğünü hissetmiş gibi derin derin kokladı babasının gıdısını...hasretle, özlemle, aşkla...otobüs hareket ettiğinde, gözden kayboluncaya kadar el salladı babasına. Kocaman devine el salladı. birdaha o kocaman bedeni hiç göremeyeceğini bilemeden, o beden gözden kayboluncaya kadar el salladı...Ve gözden kayboldu babası, yerini hiç doldurulmayacak koskocaman bir boşluğa bırakarak...
O küçücükken, çıkıp gitmişti o kapıdan. Aklına gelmemişti hiç, onsuz darmaduman olacak hayatları geride bıraktığı. Kurtulmak istiyordu sadece. Kuramadığı hayattan, hiç ettiği hayallerden. Huzursuzluktan, kurtulmak istiyordu. Geride bıraktığı kızının içine akıttığı gözyaşlarını görmeyi reddederek yaşadı yarım yamalak aşklarını. Çünkü kızı ne zaman arasa, telefonunu açıyor, yine hasretle konuşuyordu onunla. Kızı için çabalamasına gerek yoktu. Kendisini terk etmediğine emindi yavrusunun. Küçük kızını terkettiğinin farkında olmadan, terkedilmediğine emin olarak içi rahat yaşadı...
Bir kız, babası gittiğinde ölür. Babası gittiğinde, hayalleri, umudu, güveni, cesareti ölür. Bir kız, babası gittiğinde özgürlüğünü birine teslim etmek ister. Babasız bir kız, hep yorgundur aslında. Dinlenebileceği bir liman arar. Sakin sessiz, kendinden emin, mağrur ve koruyucu bir liman arar. Bir kızın ilk aşkıdır babası. İlk erkeğidir. Hayatındaki ilk kadının erkeğidir o. İşte bir kız bu erkeği kaybettiğinde, hayatındaki tüm erkekleri kaybeder aslında. Tüm erkeklerden uzak kalmak ister. Çünkü, erkekler acımasızdır. Erkekler terkeder. Erkekler bencildir. Ona dikte edilen bu kalıplarla büyüyen minik kız, tüm kalkanlarını çıkarıp girdiği o evin ıssız bir köşesinde babasına yalvarıyordu. Onu yeniden kazanmak umudu olmaksızın bir insana yalvarmak ne kadar acı verirse, o kadar acı çekiyordu kız. Bir kız babam ol diye babasına yalvarıyorsa eğer, artık yaşamak için çok az sebebi vardır. Son umudunu harcıyordur.
Birbirlerine sarılamadılar. Babası ağlamaya başlamıştı. Çaresizce tüm hatalarını, yaşadığı hayata yüklüyordu. Ağladıkça, akıtamadığı nefretini döküyordu ortaya. Kimden nefret edeceğini şaşırmış bu adamın karşısında küçücük kaldı kız. Aslında kendisinden bu kadar nefret eden bir adamdan sevgi dilenmek intihardı. Çünkü bu adam sadece kendinden nefret ettiğini hatırladığı zamana kadar gösterecekti sevgisini. Sonra yine terkedecekti. Yine gidecekti. Çaresizce yalvarmayı bıraktı. Hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Kendisine sabırla alfabedeki "Ğ" harfini öğreten babası artık hiç olmayacaktı. Abisinin hışmından onu koruyan, tek bir kişinin kötü şey söylemesine izin vermeyen, onu haksız yere suçlayıp kendisine şikayet ettiklerinde "benim kızım öyle şey yapmaz. Haydi evinize gidin" diyerek kızını sonsuz inancıyla koruyan o adam hiç olmayacaktı artık. Suskunluğu, binlerce soru işaretini taşıyordu. Her bir soru işareti, kaybettiği her bir yılı temsil ediyordu.
Eve gitmeye karar verdi. Babasının yokluğunda onu büyüten ve tüm hayatını ona adayan kadına gitmek, ona sarılmak istedi. Sessizce çıktılar evden. Birbirlerinden uzaklardı. Konuşacaklarına, bundan sonra irtibat halinde olacaklarına dair birbirlerine verdikleri vaatlerin saçmalığının farkındaydı ikisi de...otobüs durağına geldiler. Otobüs durakları böyle buruktur işte. Hep bir ayrılık vardır o duraklarda. Hep bir bekleyiş, hep bir sabırsızlık. Babası sarıldı kızına, eline tutuşturduğu parayı kendi gözlerinden sakladı adeta. Darmaduman ettiği hayatından, dağıttığı servetinden sonra geriye kalan son parasıydı. Utanarak kendisinden parayı alan elleri sardı boynuna...
Ah o baba kokusu, hiç bir erkekte olmayan bir kokuydu. Hiç bir kimsede koklayamadığı o kokuyu derin derin içine çekti. Onu birdaha göremeyeceğini bilemeden ama sanki son kez gördüğünü hissetmiş gibi derin derin kokladı babasının gıdısını...hasretle, özlemle, aşkla...otobüs hareket ettiğinde, gözden kayboluncaya kadar el salladı babasına. Kocaman devine el salladı. birdaha o kocaman bedeni hiç göremeyeceğini bilemeden, o beden gözden kayboluncaya kadar el salladı...Ve gözden kayboldu babası, yerini hiç doldurulmayacak koskocaman bir boşluğa bırakarak...
13 Eylül 2014 Cumartesi
...HİÇ...
Çok büyük duygusal sınıf farklılıklarının olduğu toplumlarız biz. Biz sevenler, aristokrasinin içinde var olmaya çalışan üçüncü sınıf insanlar oluverdik. Sevmiştik, seviyorduk. Yalnızdık...Bohem bir kalabalığın içinde oksijen arayan insancıklar oluvermiştik. Kollarımız kan revan içinde tutunduğumuz otobüs direkleri kadar soğumuştu kalplerimiz. Biz en çok bize küstük aslında. Bizi bu hale getiren onlarca şeye cephe almak varken, birbirimize cephe almış bulduk kendimizi. Ufacık bir kıvılcımla patlamaya hazır barut gibiydik...Pimi çekilmiş bombalardık biz. Tehlikeli, sezilemeyen, öngörülemeyen...Sevmekten korktuk her geçen gün. Birbirimize yaklaşmaktan, teslim olmaktan, birini hayatımızın merkezi yapmaktan korktuk.
Peki neden gizledik gerçek bizi..Evet en büyük sessizliğin başladığı hoyrat kalabalık burada. O kadar sessiz ki buna sebep olan insanlar. Gölgelerinin bile sizi izlediğini hisseder, tedirgin olursunuz. Kolları bağlı, karşınızda sizi eleştirmek için beklerler adeta. Sevemezsiniz, terkedemezsiniz, terkedilme özgürlüğüne bile sahip değilsinizdir. Terkedilme ihtimalinden o kadar korkutulursunuz ki, sevgiyi hissedemezsiniz. Sevmeye başladığınızda dizleriniz titrer, canınızdan can gider. Çünkü size dayatılmış bir tabudur tarihin tekerrürü...Çok seversen gider...Oysa sevmek başlı başına bir yalnızlık değil midir? Bir insan bu kadar yalnızken nasıl terkedilebilir?...
İçiniz kan ağlarken, dudaklarınız attığınız kahkahaların izini taşır ya, işte bazen böylesine sevgisiyle yalnız kalır insan...çaresizce avutur yüreğini sahte mutluluklarla. Onun yastığına sinmiş, pis kafasının kokusunu içine çekmek ister. Çünkü o kafası hiç pis değildir onun. Aylarca yıkanmamış olsa da, eğer ona ait hissediyorsa insan kendini, o hiç pislenmez. Hiç kirlenmez. Ter kokusu, günlük hayatın tüm keşmekeşini yok eder. Sevmek, tutkuları besleyen ama o tutkulardan beslenmeyen bir duygudur. İnsanın yokluğunun içinde var olabilen yalnızlığıdır. Tek başına bir anlam taşıyan tek olgudur. Aşk iki kişiliktir ama insan tek kişilik sever...
P.s. ter kokusundan iğrenmediğiniz insanlarla yuva kurunuz. Zira birgün altından almak zorunda bile kalabilirsiniz.
2 Eylül 2014 Salı
Bak Bir Varmış Bir Yokmuş...
Çok fazla bilinmezlik vardı aslında. Ben onu sevmiştim. O da beni bir ara sevmiştir belki...Bu kadar çok bilinmezliğin arasında kendimi bulmam bir şans oldu. Kuytu bir köşede ağlayan, yumruklarını sıkmış hıçkıran minik bir kız çocuğu gördüm. Oyuna almamışlardı onu. Arkadaşı yoktu. Yapayalnızdı. Kucağıma aldım. Sımsıcak gözyaşlarını çekinmeden döktü boynuma. Yüzünü gizlerken aslında hiç konuşmak istemediğini anlıyordum. Kafası boynuma gömük histerik hıçkırıklarla bir süre dinledim onu. Sonra hıçkırıkları dindi...Arada içini çekiyordu. Gözyaşları da tükendi. Yüzüme bakamıyordu ama boynumdan ayırmıştı kafasını. Sapsarı, bukle bukle saçlarını öptüm. alnının sıcaklığını hissederek içime çektim kokusunu. Bilerek yüzünü kaçırıyordu benden. Kafasını nereye sokacağını şaşırmıştı. Zorlamadım ben de, göğsüme kapakladım minik suratını. Minnettarlığını kalan hıçkırıklarıyla gösterdi. Saklanmaya ve yok olmaya o kadar ihtiyacı vardı ki...Bu kadar minik bir bedenin, henüz var olmayı bile öğrenememiş bir ruhun yok olmak istemesi ne büyük acıydı...Ellerini tuttum. tırnaklarının arası kirlenmişti. Kendi tırnaklarımla temizledim tırnaklarını. Bacaklarını tutup kucağıma çekip sarılmak istedim. Dizi kanıyordu. Ne olduğunu soramadım. Aslında buluştuğumuzdan beri hiç konuşmadık onunla. O ağlıyordu, ben dinliyordum sadece. Farkında değildim benden akan gözyaşlarımın.
O kadar sevgiye aç, o kadar kabul edilmeye muhtaçtı ki. İnsanların onu olduğu gibi sevip motive etmesine o kadar ihtiyacı vardı ki. Ailesindeki diğer çocuklar ve abileri tarafından hep, reddedilen, istenmeyen, oyunlarda saf dışı bırakılan bu kız çocuğu, ailesinin ona verdiği bu muhteşem mirası çoğaltarak kocaman oldu. Her seferinde çığ gibi büyüyen bu açlıklar, o kız kocaman olduğunda önüne düştü ve herşeyi yıkıp geçti. Bu, öyle bir yıkım oldu ki, artık yeni bir yıkım olmayacağının garantisi yoktu onun hayatında...Geçmişi gölge gibi takip ediyordu onu...çocukluğunun hıçkırıklarla dolu gecelerinde yatağının içine kendini hapsederek ölmeyi arzulaması, büyüdüğünde hiç var olmamak isteğini günden güne pekiştirdi...
Ben, yalnız çıktığım yollarda kendimle geri dönüyorum artık. Sessiz tünellerde arkamdan gelen küçük bir kızın top sektirdiğini duyar gibi oluyorum. Kaybettiğim minik bir kızın, onu bulmam için çıkardığı sesleri dinliyorum. yüzü hala bana bakmamış olsa da, hala gözü gözüme değmemiş olsa da bu minik kızın; artık benimle biliyorum. Artık onu mutlu etmem için, istemeyi öğrendi. Ben de her geçen gün onu biraz daha mutlu etmeye çalışıyorum. Bir gün kafasını çevirip, bana bakıp gülümsediği günü göreceğime inancım sonsuz. Çünkü biliyorum, o gülümsediğinde herşey düzelecek.
O kadar sevgiye aç, o kadar kabul edilmeye muhtaçtı ki. İnsanların onu olduğu gibi sevip motive etmesine o kadar ihtiyacı vardı ki. Ailesindeki diğer çocuklar ve abileri tarafından hep, reddedilen, istenmeyen, oyunlarda saf dışı bırakılan bu kız çocuğu, ailesinin ona verdiği bu muhteşem mirası çoğaltarak kocaman oldu. Her seferinde çığ gibi büyüyen bu açlıklar, o kız kocaman olduğunda önüne düştü ve herşeyi yıkıp geçti. Bu, öyle bir yıkım oldu ki, artık yeni bir yıkım olmayacağının garantisi yoktu onun hayatında...Geçmişi gölge gibi takip ediyordu onu...çocukluğunun hıçkırıklarla dolu gecelerinde yatağının içine kendini hapsederek ölmeyi arzulaması, büyüdüğünde hiç var olmamak isteğini günden güne pekiştirdi...
Ben, yalnız çıktığım yollarda kendimle geri dönüyorum artık. Sessiz tünellerde arkamdan gelen küçük bir kızın top sektirdiğini duyar gibi oluyorum. Kaybettiğim minik bir kızın, onu bulmam için çıkardığı sesleri dinliyorum. yüzü hala bana bakmamış olsa da, hala gözü gözüme değmemiş olsa da bu minik kızın; artık benimle biliyorum. Artık onu mutlu etmem için, istemeyi öğrendi. Ben de her geçen gün onu biraz daha mutlu etmeye çalışıyorum. Bir gün kafasını çevirip, bana bakıp gülümsediği günü göreceğime inancım sonsuz. Çünkü biliyorum, o gülümsediğinde herşey düzelecek.
18 Ağustos 2014 Pazartesi
Dün, 19 Yılımı Gömdüm

Yokluğuna alışıp, bizi tek başımıza bıraktığı evde onsuz kalmaya alışmak onun yavaş yavaş çöküşünü izlemek kadar kötü. Hiç bir kelimenin kar etmediği noktada başlıyor aslında ölüm. Yine birini sevme sebebimiz, ona yüklediklerimiz oluveriyor. Ben pamuğa, tüm çocukluğum, gençliğim ve erişkinliğimdeki yalnızlıklarımı yükledim. Pamuğa, çocukluğumun aşk acılarını yükledim. Pamuğa kırgınlıklarımı, kızgınlıklarımı öfkemi yükledim...Pamuk benim için sadakatin timsaliydi. Sevginin cisimleşmiş haliydi. O kadar sevilmeyi ve sevmeyi severdi ki...O benim için, gönül almaların ifadesiydi. Bir küserdi, gönlünü almak için inadının kırılmasını beklerdiniz. O zamanlar pamuktan öğrendim, insan da en çok sevdiğine küsüyor aslında. Pamuk da en çok anneme küserdi...
15 Ağustos 2014 Cuma
Koca Bedenler İçindeki Ufaklıklar
Merhabalar. Bugün daha iyi misiniz? öylesiniz hiç mırın kırın etmeyin. Daha iyi olacaksınız. Dediğim gibi, kimsenin yokluğu kimsede boşluk açmaz, bunu unutmayın. Bıraktığın boşluğu dolduramıyorum diye bir geyiğin miladı doldu. Üzgünüm ama bunlar gerçekler.
Herkes içinde bir boşlukla büyür. Bunun adı bazen şevkat, bazen ilgi olur. Hatta bunun adı, bazen baba, bazen abi, bazen de annedir. Evet doğru okudunuz. Hayatınızın en önemli parçası, içinizde koskocaman bir boşluk açabilir. İşte bu boşluğu ve bundan daha önemsiz diğer boşlukları bir insanın doldurması mümkün değildir. Egomla bu konuda hala bir fikir birliğine varmış değiliz. O, illa bir erkeğin şevkati diyor ve şevkat görme potansiyeli olan erkeğe vantuz gibi yapışma dürtmeleriyle beni boğuyor. Halbuki önemli olan, bu aşamada eksikliği keşfetmek. Benim eksikliklerim ve arayışlarım birine yaklaşmama sebep oluyor. Bu bana özel değil, bu herkes için böyle maalesef. O yüzden seçtiğiniz insanlardaki ortak özellikleri listeleyip, kesişim kümelerine göz attığınızda, o kümedeki her özelliğin sizin içinizdeki boşluğu dolduran davranışlar olduğunu göreceksiniz. Şevkatli bir bakış, kıskançlık, sizi koruma ve kollama iç güdüsü v.b...Bu örnekler çoğaltılabilir. Ancak bir şey kesin ki, sizi tamamlayacak olan yine SİZsiniz!
O halde, kendinizi mutlu edecek ne varsa kafanızda listeleyin ve sırayla gerçekleştirmeye çalışın. Önce ufak şeylerle başlayın. Mesela iş yerinize rengarenk çiçekler alın. Her gün onları izleyerek işe başlayın. Bilgisayarınızdaki masaüstünüze şahane ve içinizi açacak rengarenk bir resim yerleştirin. Her mola verdiğinizde o resmi izleyin. İşe yarıyor güvenin ;) Bunun gibi yapabileceğiniz onlarca ufak şeyi listeleyin. Hayata bağlanmak için daha fazlasına ihtiyacınız yok inanın. O boşluğunuzun başladığı zamanlardaki çocukluğunuza dokunun. Onu mutlu edin. Siz onu mutlu ettikçe, o, içinizdeki gözenekleri kapatmaya başlayacak. Bir süre sonra, artık herşeyi kendinizde bulduğunuzu ve aslında kimseye "İHTİYACINIZ" olmadığını hissedeceksiniz. Bundan sonra ancak özgür kalabilirsiniz. Unutmayın, ancak özgür iradeye sahip insanlar "GERÇEKTEN" "mutlu olurlar. Çünkü, arayışları bitmiş, tamamlanmışlardır. Her yenilikte büyümeye başlarlar. İçinizdeki çocuk sizi bekliyor. Sizi izliyor. O, egonuz...onunla ilgilenin. Her ağladığında ve mızmızlık ettiğinde onun kafasını okşayın. Onu ancak, sevgi göstererek yola getirebilirsiniz. Yola gelmiş ve orta yolu bulduğunuz bir "EGO" bence her eve lazım ;) Egolarımızdan sıyrılmak da neymiş ;)
14 Ağustos 2014 Perşembe
Terkedilmek, Soğuk Suya Girmek Gibidir. Üşütür Ama Ayıltır!

Kabuğunuzdan çıkın ve ayakta kalın! Sizin için gözyaşı falan dökmüyor. Kendinizi kandırmayı bırakın! Emin olun, istisnalar haricinde en kötü gününde akşam yemeğini yedikten sonra midesindeki gazı geyirerek çıkaran, poposunun arasına giren şortunu eliyle çeken, kumandayı eline alıp televizyon karşısına geçen ve bulduğu bir maçı izlerken whatsappta kankaları ya da daha kötüsü çokça saf salak kızla yazışıp vakit öldüren biri var karşınızda. Hatta kızların yaptığı salak esprilere kahkaha atan, dahası konuşmaya bir arkadaşını daha davet edip, "abi kızın muhabbeti çok iyi lan muhahaha" şeklinde tepkilerle gecesini geçiren biri var karşınızda. Böyle düşünün. Hatta en kötü günü bu. Daha iyisini dimağınıza sığdığınca hayal edin ;)
Parantez açıp içinizi baymak istemedim. Yeni bir paragraf açtım. Bu en kötü senaryoydu. Ayakta kalmak için ihtiyaç duyacağınız senaryo. Çünkü karşı çerçevede olayın bu şekilde yaşanıp yaşanmadığından asla emin olamayacaksınız. Onun için siz üzülüp, whatsapptaki son giriş saatini kontrol ederken, onun gününü gün etme ihtimaline inat vazgeçmelisiniz ondan! Evet VAZGEÇİN artık. O gitti...Kabul edin. O, GİTTİ...
Evet ayağa kalkın lütfen!!!sizi devirip gitmesi yeterince adice değil mi sizce??? Daha ne kadar büyük bir tokat yemeyi hayal ediyorsunuz! Yalnızsınız, terkedilmişsiniz. Egonuza kulak verin bakın size ne diyor: "HADİ CANO KUAFÖRE;)
9 Ağustos 2014 Cumartesi
Aslında O Yol Vermedi Ama Yine de Teşekkür Ettim...

Bilir misin, benim en büyük arazım şevkatti hep...Çocukluğumda bulamadığım, bulamadıkça daha çok aradığım, aradıkça daha çok bulamadığım bir kısırdöngüye bağlamış bir arayışımdı benim, "şevkat"...sende bulduğumu sandığımdı...ilk elimi tuttuğunda, ilk defa gözlerin gözlerimden yüreğime indiğinde...
Şimdi artık ne arayışım kaldı, ne kayıplarım. Vazgeçtim gerçekten. Kendime öylesine döndüm ki, sevgiyi aramaktan vazgeçtim. Aradığında, bulamıyormuşsun sevgili. Bulduğun şey de sevgi sandığın zoraki saçmalamalar oluyormuş. Ben koskocaman bir saçmalığımın içinde, kendi ayağıma prangayı bağlayıp anahtarı eline vermişim. Senin beni terkedeğini nerden bilebilirdim...Gitmeden pranganın kilidini bile vermeyi unutacağını nereden bilirdim. Tutsak kaldım kendimde. Kendime, benliğime tutsak kaldım. Bu işin en nefesimi kesen kısmı, kendime tutsak kaldıkça, sana yakınlaştım. Sana yakınlaştıkça, kendime yakınlaştım...seni unutmaya çalışırken, kendimi çok sevdim ben...Senden vazgeçmeye çalışırken, kendime aşık oldum.
Artık bencil olmayı tercih ediyorum. Bencil, egoist, narsist...Hiç de kötü tabirler değilmiş bu tabirler. Çok kötü şeylermiş gibi öğretildi bize. Halbuki yaşamak için önce bencil olmak gerekliymiş. Kendini sevmek için egoist olabilmeliymişsin. En önemlisi, başkalarının seni küçük görmesi için en büyük zırhın narsistliğinmiş. Tabii burda gerçek anlamda bir narsizmden bahsetmiyoruz :) egoizm ile bencilliğin ve öz güvenin karışımı bir yemek tarifi gibi kastettiğim narsizm :-) Kısacası sevgili, sen gittiğinden beri çok değiştim ben. Artık sana verebileceğim çok kocaman bir sevgim, ama bunu vermek için epey naz yapacak bir yüreğim var benim.
Kısacası, seni sevmem için, önce beni seveceksin sevgili. Sana aşık olmamı istiyorsan, önce deli gibi aşık olacaksın bana ;-)
Terkedilen dertli kadın v.03
(Hayal ürünüdür. Empatik beyin ürünüdür)
5 Ağustos 2014 Salı
Beni Götür Buralardan Yüreğim
Hayata dönmek istiyorum. Bir yerden tutunuyorum umutlarıma ama olmuyor. Canım o kadar acımış ki, gözyaşlarım yetmez diye başlayamıyorum ağlamaya. gözümün yaşını gırtlağımda eritiyorum. Tükenmeden yürümeye devam etmeye çalışıyorum son gaz. Ne kadar başarılı olacağım konusunda önümü görebileceğim hiç bir veri yok elimde. Sadece hep yek atıp duruyorum, geçen zamanın karşısında. Ne zaman hapsolacam yalnızlığıma bilmiyorum. Beni en çok korkutan ihtimal bu. Bir yandan, bu hüznün içinde boğulurken bir yandan bana bu hüznü yaşatan insanı affedememek gibi ağır bir yükü omuzladım.
Şuanda gözyaşlarım sırasını savmış teyakkuzda bekliyor. Bense çıkmamaları için onları mutlu etmeye çalışıyorum adeta. Mutlu olsunlar, mutlu mesut sakin sakin otursunlar işte. Bu höküreyerek ağlama isteği de ne canım aaa!!! Ayrıca ne için ağlıyorum ki...yok hayır köpek gibi davranılmak mı hoş yani...ne için ağlıyorum...buldum!!!özlüyorum...ama biliyorum ki dünyalar kadar özlesem de bir daha yüzünü görmeme ihtimalini arkama alarak sırtımı döndüm bu sefer. Kim aramış, neden aramış, ne zaman aramış umrumda değil. Olamıyor maalesef. Zaten hayatımda artık yok ve o yokmuş gibi devam ediyorum, hep de öyle olacak. İçim uğradığım haksızlığa kan ağlasa da bu gücü nerden mi buluyorum...EGOM sağolsun...ilk kez ara ara özle özle baskılarını kendinde sakladı. Beni anladı galiba. Ben de onu anladığım için umutlarımı yok ettim. Şimdi gelişine vole vuruyorum hayata...güzel bir orta gelirse rövöşata bile çekerim kim bilir ;)
Terkedilen dertli kadın v.02
(Hayal ürünüdür. Empatik beyin ürünüdür)
Şuanda gözyaşlarım sırasını savmış teyakkuzda bekliyor. Bense çıkmamaları için onları mutlu etmeye çalışıyorum adeta. Mutlu olsunlar, mutlu mesut sakin sakin otursunlar işte. Bu höküreyerek ağlama isteği de ne canım aaa!!! Ayrıca ne için ağlıyorum ki...yok hayır köpek gibi davranılmak mı hoş yani...ne için ağlıyorum...buldum!!!özlüyorum...ama biliyorum ki dünyalar kadar özlesem de bir daha yüzünü görmeme ihtimalini arkama alarak sırtımı döndüm bu sefer. Kim aramış, neden aramış, ne zaman aramış umrumda değil. Olamıyor maalesef. Zaten hayatımda artık yok ve o yokmuş gibi devam ediyorum, hep de öyle olacak. İçim uğradığım haksızlığa kan ağlasa da bu gücü nerden mi buluyorum...EGOM sağolsun...ilk kez ara ara özle özle baskılarını kendinde sakladı. Beni anladı galiba. Ben de onu anladığım için umutlarımı yok ettim. Şimdi gelişine vole vuruyorum hayata...güzel bir orta gelirse rövöşata bile çekerim kim bilir ;)
Terkedilen dertli kadın v.02
(Hayal ürünüdür. Empatik beyin ürünüdür)
4 Ağustos 2014 Pazartesi
Bir Teselli At Cebime
İki dakika sus işte! Nedir bu milletin üzüntüsünü gidermeye çalışma isteği!!! Hayır sana ne milletin üzüntüsünden ya, sen bir dön kendine baksana! Bu anaçlık nereden kodlandı sana bilmiyorum ama artık bırak beni de kendi hayatımı yaşayayım egocum! Devamlı insanların zor günlerinde ellerinden tutmak gibi bir şeye itiyorsun beni ve inan bu benim girdabım oluyor farkında değilsin...Anlıyorum, sevdiğin insanları yalnız bırakmak istemiyorsun, çünkü daha bebecikken en sevdiğimiz tarafından yalnız bırakıldık. Şimdi bunun acısını çıkartırcasına sevdiğin, değer verdiğin kim varsa onu, boğulmasın diye illa yüzdürmeye çalışıyorsun!!!Anlamadın mı hala, herkes kendi denizinde boğulacak egocum...Boğulmadan ölmeyecek ve ölmeden yeniden doğamayacak. Her insan, yeniden doğduğu zaman anlıyor bir şeylerin kıymetini...
Sessiz sessiz tırmaladın beynimi bu gece. Aman konuş, aman destek ol...yok anacım, tüm kalplerden çekiliyorum artık. Bencil olmayı tercih ediyorum evet. Eğer insanlar tercihleriyle yaşıyor ve mutlu oluyorsa, bencil olmayı ve mutlu olmayı seçiyorum...Bunun önünde kim olursa yıkıp geçmeye razıyım ama anladım ki ben tek başıma ölüme gidiyorum. Sen de anla bunu. Anla ve beni, insanları anlamaya çalışmam için zorlama. İnsanları teskin etmeye çalışmam için beni dürtükleme. Sessiz kalayım, umurumda olmasın hiçbir şey. Bir de böyle deneyelim. En büyük kazığımızı, en çok destek olduğumuz, hatta yoktan birşeyler haline getirdiğimiz insanlar tarafından yemedik mi???
O zaman ne yapıyoruz egocum. Artık kendi halimizde, her şeyden kendimizi soyutlarcasına, sadece ama sadece ve yapabiliyorsak 'gerçekten' BENCİL olmaya çalışacağız. Çünkü, bir şeyleri biz istediğimiz için yaparsak, geriye dönüp baktığımızda ne birinin bize minnet borcu olur, ne de yaptığımızı iyilik olarak gördüğümüz için karşılığını sevgi ve şevkat olarak almayı bekleriz. İşte bugünü de milat say egocum...Bugün senin benimle en zıtlaştığın hususlardan birini yaşadığımız gündü. Artık gün bitti, gece bitmek üzere ve vardığımız muhteşem mutabakat ile sabahı bekliyorum heyecanla. Yarın dünden güzel olacak biliyorum :)
3 Ağustos 2014 Pazar
Gözümün Nuru
Gözyaşları sığınağıdır bir insanın...Kalbinin irinlerini akıtır insan ağlayarak. Bu kadar canım yanar mıydı seneler sonra bilmiyorum ama kendimle mutlu olmayı öğrendiğim için çok şanslıyım onu biliyorum. Hiç bir güç tek başıma tatile çıkmamı sağlayamazdı yoksa. Ya da hiçbir güç, hiçbir şey için geç değildir diye fısıldamazdı kulağıma. Evet sırada sirtaki kursum ve yoga derslerim var. Henüz randevu almadım ama tıpkı izmir maceram gibi yarın o işi de halletmeyi düşünüyorum. Bir yerden tutunmak lazım hayata. Nereden olduğu önemli değil. Yeter ki kırıklarınız olmasın tutunduğunuz yer.
Yine bi gitmek fikri var içimde hadi hayırlısı diyorum. Kafamda Mardin var şimdilik ama egom yine kafayı yedi ve beni İstanbul'da tutmak için her türlü kötü senaryoyu iki dakkada yazdı bitirdi. Tenhada tecavüze bile uğradım onun kötü senaryolarının içinde. Hayır egocum. Ben kadere inanıyorum. Eğer kaderimde senin saydığın kadar iğrenç olmasa da, iğrenç senaryolar yaşamak varsa şayet, bunu İstanbul'da pek tabii yaşayabilirim bence. Hadi hadi kandırma beni, kurban bayramında yokum ben ;)
Kararımı ağustos sonunda verip, kendisiyle paylaşacağım. Şimdilik askıda beklesin. AAA birazcık ben birşeyleri askıda bekleteyim değil mi:) Yalnız gözyaşından girip, Mardin'den çıkmak tam şuanda içinde bulunduğum ruh durumuna uygun bir davranıştı gerçekten :) Demek ki buradan ne anlıyoruz? Beni Mardine gitme fikrine iten tıpkı İzmir'e gitme fikrine iten sebep gibi yine gözyaşlarımmış. Bak bak biraz düşününce, her tavrın altında yatan sebep çıkıyor derinlerden bir yerden.
Gözyaşlarının ne kadar etkili olduğunu gördünüz mü...Giderken üzerinizdeki tüm ağırlığı alır gözyaşlarınız. Yüreğinizi bağlayan tüm düğümleri çözer sizi terkederken. Aslında sizi bırakıp giderken, sonrasında huzur hissettiğiniz sahip olduğunuz tek şeydir gözyaşlarınız. O zaman bir anektodla sonlandırıyorum yazımı. Gözyaşlarınıza sahip çıkın...Onlar sizin en rahatlatıcı dostlarınızdır ve size tek zararı kalıcı olmayan gözaltı torbalarınızdır...
Yine bi gitmek fikri var içimde hadi hayırlısı diyorum. Kafamda Mardin var şimdilik ama egom yine kafayı yedi ve beni İstanbul'da tutmak için her türlü kötü senaryoyu iki dakkada yazdı bitirdi. Tenhada tecavüze bile uğradım onun kötü senaryolarının içinde. Hayır egocum. Ben kadere inanıyorum. Eğer kaderimde senin saydığın kadar iğrenç olmasa da, iğrenç senaryolar yaşamak varsa şayet, bunu İstanbul'da pek tabii yaşayabilirim bence. Hadi hadi kandırma beni, kurban bayramında yokum ben ;)
Kararımı ağustos sonunda verip, kendisiyle paylaşacağım. Şimdilik askıda beklesin. AAA birazcık ben birşeyleri askıda bekleteyim değil mi:) Yalnız gözyaşından girip, Mardin'den çıkmak tam şuanda içinde bulunduğum ruh durumuna uygun bir davranıştı gerçekten :) Demek ki buradan ne anlıyoruz? Beni Mardine gitme fikrine iten tıpkı İzmir'e gitme fikrine iten sebep gibi yine gözyaşlarımmış. Bak bak biraz düşününce, her tavrın altında yatan sebep çıkıyor derinlerden bir yerden.
Gözyaşlarının ne kadar etkili olduğunu gördünüz mü...Giderken üzerinizdeki tüm ağırlığı alır gözyaşlarınız. Yüreğinizi bağlayan tüm düğümleri çözer sizi terkederken. Aslında sizi bırakıp giderken, sonrasında huzur hissettiğiniz sahip olduğunuz tek şeydir gözyaşlarınız. O zaman bir anektodla sonlandırıyorum yazımı. Gözyaşlarınıza sahip çıkın...Onlar sizin en rahatlatıcı dostlarınızdır ve size tek zararı kalıcı olmayan gözaltı torbalarınızdır...
30 Temmuz 2014 Çarşamba
Bir Devrimdir, Uzaklaşmak Ve Issızlaşmak
Kuzenimin annem için işlediği saat ilişiyor gözüme "Rabbim zulmetmez vardır bir bildiği" yazıyor üzerinde. Düşündürücü gerçekten, evet kendimize zulmeden biziz, ne kadar doğru. Egomuz değil, BİZİZ!
Aslında İzmir'e vardığım gün, egomla haşır neşir oldum ben. Hep biraz yabancıydık birbirimize. Hep muhalefetti sanki bana. Ben ne desem, ne düşünsem aksini iddia eden, huysuz, geçimsiz birini taşıyordum içimde sanki. Kendimle baş başa kaldığım gece vakitlerinde, saatlerce sohbet ettik. Delice geliyor biliyorum. Bunu okurken bile, "amma kaçıkmış, şuraya bak kendiyle konuşuyor" diyeceksiniz. Ama o işler öyle değil gözüm. Deli olmak öyle kolay şey değil. Gerçekten değil. Hatta deli olmak çok akıllıca bir şey bence. Becerebilirsen şahane...Her şeyi deliliğe vur oh kebap vallahi!
Neyse, devam etmek gerekirse, hayatımın her günü, kendimle çelişerek geçti. Tek başıma, sadece kendimi ve üç beş parça eşyamı alıp gittiğim şehirde, kendimi ne kadar ihmal ettiğimi farkettim. Egoma ne kadar haksızlık ettiğimi farkettim. Hep dışlamışım onu. Ona gözyaşı dök, buna ağla, şuna üzül derken, benim için, benim gözyaşlarımı tutmak için yaptığı çırpınışları hep isyan sanmışım. İşime köstek oluyor, düşüncelerimi baskılıyor sanmışım. Halbuki beni girdaplardan çıkarmaya çalışıyormuş da haberim yokmuş!
Bulunduğum şu dakikada farkediyorum ki, o kısa yolculuğumdan sonra, biz egomla beraber hareket etmeye başlamışız artık. Mesela benim olacağını hissettiğim şeyleri, o da hissediyor artık. Çünkü acı çekmeyi göze alarak birşeyleri hissedeceğim ve hissettiklerimi aldığım bu risk doğrultusunda bekleyeceğim konusunda bir anlaşma yaptık kendisiyle...
İzmir benim için bir kaçıştı. Artık şunu biliyorum ki daha nice kaçışlarım olacak bu şehirden, bu insanlardan...Meğer ne çok canım yanmış da, gerçekten gözyaşı dökmemişim ben...
Hayalkırıklıklarımla tanıştırdı beni egom...geçmişimle yüzleştirdi. Ne çok şeyde onu dinlemediğimden yakındı, balkonda oturup sütümü yudumladığım karanlık saatlerde. Evet, onu hiç dinlememişim ben. İnsanların söylediklerinden biraz sıyrılıp, o "iç sesim" denilen ama aslında "ego" olan sesi dinleseymişim biraz keşke. Duymanın yanında, dinleseymişim. Kısacası, o bana sitem etti, ben ona sitem ettim. İzmir dönüşümde, onun yine haklı çıktığını şaşkınlıkla izledim. Asla olmaz dediklerime yine olacak muhalefetinin gelmesinden ötürü çok sinirliydim ona. Sinirle yattım, çünkü olmayacaktı, hayalkırıklığına uğramayacaktım yeniden biliyordum...Sabah kalktığımda, yine büyük bir hayalkırıklığıyla başladım güne. Bavulumu topladım ve İstanbul'a doğru yola çıkmak üzere harekete geçtim...Bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı benim için. Hiçbir şey...Yine haklı çıkmıştı şerefsiz :)
29 Temmuz 2014 Salı
Egomla Başbaşa
Evet ilk defa çocukken tanıştım egomla. Öyle ortalarda dolanıp, evren, pozitif enerji, yaşam koçluğu, yok efendim egonuzu kontrol altına alın gibi geyikleri tutturabilecek bir insan olmadığım için mevzuya doğal bir giriş yapıyorum.
Egomla ilk tanışmam altı yaşımdayken oldu. Başlarda, hayali bir arkadaş zannedip, beraber arkadaşlık edip evcilik oynadık. Adı Günerdi. Bir isim bile koymuştum :). Bu yüzden uzun süre kendimi şizofren gibi hissetmiştim. Oysa bundan yaklaşık 20 sene sonra gördüğüm terapilerden birinde, Güner'in benim iç sesim olduğunu, beni yönlendiren yaşam koçum olduğunu öğrendim. Vay be, doğuştan bir yaşam koçum vardı :). Tevekkeli, onu dinlediğim her anda sonrasında huzur duyduğum kararlar aldım...Yaşasın egocum :).
İşte size, egomla ilk tanışmamı kısaca anlattım. Bundan sonra, hep ikimiz yazacağız. Böylece, siz de bu ikilemi kendi içinizde hissederek okuyacaksınız. Aslında sizin bir parçanızı yazıyor olacağım burada. Kimimiz, egosuyla henüz tanışmadığı için, hayatında çok şey kaçırmakta, kimisi egonun kötü bir şey olduğu kodlamasıyla büyüdüğü ve gelişimini tamamladığı için onu gizleyerek doğru kararlar vermeye çalışmakta...Ancak reddedemeyeceğimiz bir şey var ki, "Ego" yani benlik duygusu, nereye saklarsanız saklayın sizin içinizde bir yerde saklanıyor. Doğru yönlendirmediğiniz ve doğru iletişim kurmadığınız için, sizin kötülüğünüzü istiyor sanıyorsunuz. Çünkü bu zamana kadar hiç dinlememişsiniz onu.
Oysa, ego, sizi koruyan parçanızdır. Sizin koruyucu ve sadık dostunuzdur. Sadece onunla doğru iletişim kurarak, hayatta beraber hareket etmeyi öğrenebilmek gerekiyor. Burada size aktarabileceğim şey, yıllar boyunca hayatın minik minik hediyeleri sebebiyle gördüğüm terapilerde öğrendiğim egomla iletişimim sonucunda onunla nasıl beraber hareket ettiğimiz olacaktır. Belki siz de, tam yanlış olduğunu düşündüğünüz ama emin olamadığınız bir şeyi yapmak üzereyken, içinizden gelen "bence yapma" veya "bence yap" fısıltısının aslında sizin benliğinizden başka bir şey olmadığını keşfettiğinizde, ve beni duy diye çığlık atan benliğinizin sesini duyduğunuzda başarılı ve doğru kararlar almaya başlayabilirsiniz. Denemeye değmez mi sizce?...
15 Temmuz 2014 Salı
Kendini Bulmak İçin Kaç!
Gitmeliydim!!!...Bu kocaman boşluktan kurtulmalı ve kaybettiğimi benliğimi bulmalıydım. Gideceğim yer, ne kadar ıssız ve sakin olursa, o kadar kendimi dinleyebilir ve o kadar kendi içimdeki yangının nereden çıktığını çözümleyebilirdim...Yanıyordum. Alev alev yanıyordum ve kimse bunu görmüyordu.
Öncelikle nereye gitmem gerektiğine karar vermem gerekiyordu ki bunu gün içindeki mesai saatlerimde az çok belirlemiştim ama şimdi emindim. İzmir'e gidecektim. Karşıma çıkan ilk otelden rezervasyonumu yaptırdım. Geceliğinin ne kadar olduğu, otelin özellikleri, otelin yeri umrumda değildi...uçak biletlerimi alma işlemim bir saat sürdü. Artık yolculuğa hazırdım. Gidiyordum. Arkamda kimi bıraktığımdan ya da bırakmadığımdan bile emin değildim. Zaten hiçbir şeyden emin değildim ben. Nasıl emin olabilirdim ki! kapkaranlık bir girdaba itilmiştim. Bir belirsizlik denizinde boğulmak üzereydim. Kaçıyordum işte! Herşeyden, herkesten kaçıyor, kendime koşuyordum!...
İçimin yangını her gün biraz daha artarken, bulmaya çalıştığım her kaçış yoluna sarılmıştım...falcılar, kitaplar, eğlenceler, müzik, yeni yeni insanlar...Ama bir insan kendinden kaçabilir miydi?...hayır...ben de kaçamadım işte. Kaçmaya çalıştığım her anda biraz daha tutsak oldum kendime. Egomun beni devamlı çimdirdiğini bugün farkettim. Git diyordu! Git...sadece Git!!!
İlk defa gözüm kapalı bir şekilde onu dinledim...sonu, sonuçları umrumda değildi. Aslında artık hiçbir şey umrumda değildi...Beni bu yola çıkartan da umursanmamak değil miydi...Artık yapabileceğim tek şey, kaybettiğim benliğimi, karanlık kuyudan çekip çıkarmak olacaktı. Bunun için ödemem gereken tüm bedelleri ödemeye hazırdım. Zira, benliğim olmadan daha fazla nefes alamıyordum ve insanların benliksiz bir insanın canını acıtmak konusunda daha kararlı olduklarının farkına varmam, bu kararı almamda birincil etken olmuştu...
Gidiyordum...dönmemeyi isteyerek, döneceğimi bilerek ama dönmeyecekmiş gibi kendimi bulmaya gidiyordum. Tek başıma ayakta durmayı öğrenmeye gidiyordum. Kendime yetebileceğimi keşfetmeye gidiyordum. Kendimi bulup, tamamlanmaya gidiyordum...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)