8 Mayıs 2020 Cuma

KOCA MEMELER VE SİLİKONLU DUDAKLAR

Bazıları koca bir yüreğin onlara sunduğu çıkarsız ve hesapsız bir sevgiyle sevilmeyi hak etmiyordu. Kendilerini delice seven bu kadınlarda eksik buldukları uzuvların onları mutlak sevgiye götüremeyeceğini öğrenememişlerdi. Arzu ettikleri o koca memeler ve silikonlu dudakların arasında yitip, nefessiz kalıp, sevgisizliğin kuruttuğu kelimelerde yok olmaya layıklardı.

Öyleyse hiç sevmemiş, sevilmemişsin gönül sen...*

Sevmeden ve etrafındaki kadınlar biraz şanslıysa sevilmeden yitip gitmeye mahkumdu bu hayatlar. Yok eğer sevildilerse, onu seven kadınların vay haline. Bu insanlar yıkıp geçer, kül edip giderdi arkasında bıraktıklarını.

Ayrılmak, gidenin, kalanın kucağında bir kucak kor bırakmasıdır, yanar durursun kül olana kadar...**

İşte bu insanlar arkalarında bıraktıkları şey kor değilmişçesine arada bir gelip, bir iki kelime atıştırarak, bir iki cümle sarf ederek kurbanın kucağındaki koru kül olmadan harlandırmaya kalkar, arada sırada yoklarlardı. Sonra yine yok olurlardı. O kor küllenirdi ama kurban da   korla birlikte yanardı.

Fakat onlar o süreçte yanmazdı. Çünkü sevmeyi bilmezlerdi. Güzel sevmeyi bilmedikleri için çoğunlukla güzel yanmayı da bilmezdi bu insan oğulları.

“Harese nedir bilir misin oğlum? Arapça eski bir kelimedir. Bildiğin hırs, ihtiras, muhteris sözleri buradan türemiştir. Harese şudur evladım. Develere çöl gemileri derler bilirsin, bu mübarek hayvan üç hafta yemeden içmeden, aç susuz çölde yürür de yürür; o kadar dayanıklıdır yani. Ama bunların çölde çok sevdikleri bir diken vardır. Gördükleri yerde o dikeni koparır çiğneyemeye başlarlar. Keskin diken devenin ağzında yaralar açar, o yaralardan kan akmaya başlar. Tuzlu kanın tadı dikeninkiyle karışınca da, devenin daha çok hoşuna gider. Böylece yedikçe kanar, kanadıkça yer, bir türlü kendi kanına doyamaz ve engel olunmazsa kan kaybından ölür deve. Bunun adı haresedir”.***

İşte bu insanların, aslında yaşatırken yaşattığı budur. Kendi melankolilerine ortak ararlar. Kendi hareselerini yaşarken, izleyici isterler yanlarında. Onlar bu hazzın doruğunda gözleri kırpışırken, karşılarında onları alkışlayan ve onları onaylayan insanlar olsun isterler. İşte ancak o zaman onlar için görev tamamdır. O vakit acı, gerçek bir acıdır. Vakit tamamdır, kişi tekamülüne erişmiştir. Yeterince acı çekilmiştir. Terk ederek yaşadıkları bu acı onları bağımlı yapar. Kavuştuklarında yaşadıkları hazzı en uç seviyede yaşamalarını sağlar.

Bu bencilce ve karmaşık ruh yapısındaki olağan psikopatlığın kuşattığı insan evladı, bunu yaparken hem kurbanı hem izleyicisi olarak yanında tuttuğu insanın çektiği acının farkında değildir. Bu acı onun umurunda da değildir. O, acısından öyle zevk alıyordur ki, acısı onu sarhoş etmiştir. 

Yeterli sarhoşluğa vardığında artık geri dönmek vakti gelmiştir. İşte bu insanlar, gelgitlerle dolu ilişkilerin insanıdır. Onlar hep yarımdır; tamamlanmak istemezcesine, siz onların elini tutmaya çalıştıkça sizden kaçarlar. Siz bütün olmaya çalıştıkça sizden uzaklaşırlar. Çünkü onların hiçbir hikayesi tam değildir. Tam olarak sevebildikleri kimse yoktur. En değer verdikleri insanlardan bile ne kadar uzak durduklarını gördüğünüzde anlarsınız ki aslında bu yalnızca size yapılmış bir davranış değildir. Onlar yarım kalmaya ve sevgisizliğe mahkumdur. Sizinleyken bile aslında sizinle değillerdir. Hep yarım ağız konuşur, yarım yürek kalırlar hayatınızda. Hep kapının eşiğinde gitmeye hazır bekletirler bavullarını. Öyle ki, sundukları bunca güvensizliğin, istikrarsızlığın karşısında yüreğiniz üşütür, hastalanmaya başlarsınız. Yüreğinizin kırıldığını anlamaz, içerden dışarıya hücum eden tepkilerinizi tanıyamaz anlamlandıramaz ama farklılaştığınızı fark edersiniz. Bu siz değilsinizdir bilirsiniz ama ona kendinizi anlatamazsınız.

Yoğun güvensiz ve tedirgin ilişki süresince adeta sürekli pusuda bekleyen askerlerin kanındaki adrenalinle zehirlenmesi ve sonundaki delilik gibi siz de zehirlenmeye başlarsınız. Gün geçtikçe, ruhunuzdaki zehir yayılmaya başladıkça daha öfke dolu, daha isyankar olursunuz. Sonuç olarak adeta sizi terk etmek için en baştan beri teyakkuzda bekleyen bu insanın avuçlarına istediği sebepleri verirsiniz. Aslında maalesef o farkında olmasa da bilinç dışında hep arzuladığı şeyi ona verirsiniz. Yani terk etme hazzını ve ilişkisizliği, yalnızlığı. 

Bu insanlar ile istikrarlı bir ilişki devam ettirmek, güvenli bir ilişki sürdürebilmek imkansızdır. Çünkü güven acısızdır. Onlar ise acı ister. Onlarla olmak için kendi kanınızı içmekten keyif almanız gerekmektedir. Onlarla aynı hareseye sahip olmalısınız. Yani onlarla olmak için, onlar gibi olmanız gerekir. 

Ancak, işte en büyük handikap burada başlar ki, onlar, kendileri gibi olanlarla olamazlar. Çünkü bu, yeterince acı vermez. Çünkü, bu ilişkinin bitişiyle meydana gelen ayrılık büyük bir sevginin kopuşu olmayacaktır. Büyük bir sevgi ancak büyük bir bağlılığın sonucunda oluşur ve bu bağlılığı ona ancak bir kurban yani “siz” verebilirsiniz. Siz, yani, sevmeyi bilen bir avuç normal insan. 

Güvenli bir ilişki isteyen, istikrarlı bir ilişkide huzur bulan, her zaman yanınızda olacağını hissettiğiniz bir insanın elini tutarken tedirgin olmayan, siz huzurlu insanlar. Oysa istediğiniz sadece hayatınızda karşılıklı iletişimin olduğu, güven duyabileceğiniz ve gitmeyeceğine emin olduğunuz-olmasanız da size bunu hissettiren-bir ilişkidir. Tek istediğiniz, zor günlerde sizin elinizden tutan, her zaman yanınızda olacağını bildiğiniz-olamasa dahi mutlaka geçerli bir sebebi olduğunu bildiğiniz-, sözüne güveneceğiniz bir insana tutunmuş olmaktır. Çünkü siz böyle sevebilme kapasitesine sahip bir insansınız ve gerçek sevgiyi sonuna kadar hakediyorsunuz. 
Paranız bu kadar bol ve bu kadar iyi şoförken o halde Doğan markalı otomobilden BMW kalitesinde konfor ve hız beklemekteki ısrar ne? Üstün bir kalitenin sizi taçlandırmasına izin verin ve bu konforu yaşayıp arkanıza yaslanmayı öğrenin :) Haydi hanımlar zaman konfor zamanı, yolda kalan arabaları vurdurma devri bitti ;)



11 Kasım 2019 Pazartesi

MUM ALEVİYLE OYNAYAN KEDİ, AFFEDER Mİ ALEVİ



“Affetmek çiçek açmasıymış ruhun”...

Kitabı elinden bırakırken bir iç geçirdi. Vızıldamalarla dolu kitaplar…Yaşamadığı acıları yaşamış gibi yazan yazarlar. Bazı acılar süslü birkaç cümleyle vücut bulamazdı. Yaşamak lazımdı, acımak lazımdı. 

Bir yudum alıp unuttuğu kahve fincanına baktı. İnsan bir yudum alıp unutabilir miydi bir güzelliğin sonunu getirmeyiSaatlerdir açık olan televizyona baktı. Bazı insanlar da bazılarının hayatında böyleydi işte. Sessizlik olmasın diye açık bırakılan televizyon gibi. Ne dediği duyulmayan, izlenmeyen ve dinlenilmeyen. 
İnadına televizyonun sesini açtı. Ses şeridi sona dayanmıştı. Kulakları acımaya başladı ve anlamadığı bir yerden gelen gözyaşları boşanıverdi yanaklarına. Sıcak, zalim ve kaygısız.  

Seni de bağışladım, ey dili dikenim!
Ey dili bin beş yüz sonbahara denk düşenim
Göğsümde seksen kaplan yarası olanım
Seni de affettim,
Rahatla

Affetmiş miydi yaralarına sebep olanları? Varlığı bir hayata mal olan yaralarının sorumlularını... Bu yaralara denk düşenleri affetmiş miydi? Birden durdu gözyaşları; cevap bekler gibi, hızlı bir koşu sonrası soluklanır gibi durdu. 
Gözünün önünden film şeridi gibi geçen kayıplarını düşündü. Bu karelerde üç kayıp bir kazancı yutmaya başladı. Sonra, kayıpları kayıplarını yuttukça bir çığ gibi büyüdü. Önceden kaybolan misketleriyken, sonra kalemleri oldu. Sonra oyunlarındaki arkadaşlarını kaybetmeye başladı. Sonra babasını kaybetti. Bu kayıplar silsilesi, kontrolünü kaybetmiş çığ gibi, hayatının en üst noktasından aşağıya doğru, geçen yıllarla beraber yuvarlanmaya başladı. Kara bir delik gibi, kazandığı onlarca şeyi yutarak ilerledi hayatında. İlk aşkını yuttu önce. Sonra en yakın arkadaşını. Sonra hayallerini. Sonra güven duygusunu. Yuttukça büyüdü, büyüdükçe daha büyük şeyler yuttu. Yolun yarısına geldiği yaşta, düzlükte hız kaybetti çığ ve durdu. İçinde onlarca gözyaşı, çığlık, travma ile durdu. Arkasında bıraktığı fırtınada göz gözü görmüyordu. Sessizlik ve soğuk öyle sarmıştı ki yüreğini, soğuğu neden sevmediğini hatırlayıverdi.

Soğuk yürek üşümesiydi onun için. Yalnızlıktı, açlıktı. Aç uyumak zorunda kaldığı gecelerdi. Tüp parası veremedikleri için, kömürlüğe kaldırmak zorunda kaldıkları katalitiğin ardından şehrin ortasında soba yakmaktı. Soğuk, onun için kömür kokusuydu. Sobaya atılan ıslak odunlara değdiğinde hissettiği kimsesizlikti. Soğuk, onun için beden eğitiminde giyip bütün arkadaşlarının güldüğü, bileklerini kapatmayan eşofman altıydı. Soğuk, onun için babasının dükkan kapısına gittiğinde kapıdan çevrildiği gün eve sırılsıklam ve titreyerek gelişiydi. İşte bu yüzden sevmezdi soğuğu, yağmuru, kışı. Bir tek kar yağdığında unuturdu üşümeyi. 3 yaşındayken kar topu oynamaya çıkamadığı gün eve babasının getirdiği bir leğen karla kardan adam yapma fırsatını hatırlardı her kar yağdığında. Kar yağdığında, mecburen evde olurdu tüm aile halkı. Çay demlenirdi. Pencere denizliğine konulan çayın buharı üstüne çizdiği resimleri hatırlardı. O resim çizerken devam eden ve kulak dolduran sohbetler aklına gelirdi. Tıpkı, sessizlik olmasın diye açık bıraktığı televizyonun varlığı gibi…
İçmeyi unuttuğu ama yanında soğumaya devam eden kahve gibi…

Kitabı tekrar eline aldı. Kaldığı yerden okumaya devam etti. Affetmek yenilmek değildir, yazıyordu kitapta. Kabullenmek değildir, bırakmaktır diye de ekliyordu yazar. Bırakmak, ne ola ki böyle kolay telaffuz edilebiliyor ama tasavvuru bu kadar sancılı oluyordu. Affedilmesi gerekenler hala hayatındayken neyi nasıl bırakabilirdi ki. O bıraksa, kader öfkesini avucuna tutuşturuyordu. İşte o esnada yalnız olmak ağır geliyordu ona. Belki de yalnızlığı bu yüzden çokça sevmiyordu. Yalnızlık, onu içine çeken bir girdap gibiydi. 

Baştan yaratılmasını istediği kaderinin içine çeken bir girdap. Geri getiremeyeceği, değiştiremeyeceği şeyleri düşündüren bir karanlık.  
Dışarıda yağmur yağıyordu, sicim sicim dökülen damlalar yarış ediyordu pencere camı üstünde. Mum ışığının yarattığı aksini gördü camda.

Oyunlarını büyüten kedi büyüdü
Kendi türünde çocukçasına,
Döndü dolaştı, yavaş yavaş yürüdü
Geldi mumun yanına, oyuncakçasına.
Bir baktı, bir daha, bir daha baktı
Mumun alevinin dalgalanmasına.
Uzandı bir el attı.
Bıyıklarını yaktırmadan anlamayacaktı.
İlk kez gördüğü mumun yakmasına inanmayacaktı.

Mum aleviyle oynayan kedisine bakıp gülümsedi. Kedisinin alevle mücadelesi ne kadar kendisinin hayatla mücadelesine benziyordu. O da yanana kadar anlamamıştı beyhude mücadelenin ne demek olduğunu. O da oldurmaya çabalamaktan görememişti oldurulamayacakları. 

Yanmadan anlamayacaktı, anlamadı…Yandı…


Kedisinin kısa süre sonra patisi yanmış olacak ki, kenara çekilip patisini yalamaya başladı ve mumdan uzaklaşıp bulduğu karanlık bir köşeye uzandı. Tıpkı kendi hayatının dönemecinde yaptığı gibi...
Kedi, adeta sahibinin hayatına öykünerek kendi gerçekliğini yaratıyor, karanlıkta, yanmış
patisini yalarken, gecede saklanmış karanlığını kokluyordu.

11 Mayıs 2019 Cumartesi

SEVMEK İÇİN GEÇ, ÖLMEK İÇİN ERKEN

Gökyüzü sonbaharın hüznünü akıtıyordu sicim sicim…Arabanın penceresinden damla damla süzülen ve akıp giden yağmur damlalarına baktı. Sonra elini aldı avucuna. Karşısına uzattı ve izlemeye başladı. Ne kadar çok yükü taşımıştı bu eller. Ne kadar çok umuda tutunmuş, ne kadar çok fırsat yakalamıştı da çoğu zaman değerlendirememişti. Buruşmuş ellerinin üstündeki lekelere baktı. Her biri hayatının beş yılını temsil eden toprağın her tonundaki lekeler…Sanki lekeler arttıkça daha çok yaklaşıyordu toprağa…Biliyordu vakti azdı. Söylenmemiş sözlerle, konuşulmamış dertlerle dolu zamanları arkasında bırakmış, önündeki keçi yolunda kalan ömrünü arşınlıyordu. Tırnaklarına baktı…Sararmış, yüzeyi çatlamış, kırılgan…Onlar yardımıyla öyle çok yol katetmişti ki bu hayatta. İşte onlar da yolun sonuna gelmişti artık…

Arabadan indikten sonra okul sınırları içindeki tribünde kendilerine gösterilen yere oturdular. En büyük torununun mezuniyetini izlemeye gelmişti. Yanında oturan en küçük torunu, anlattığı hikayeleri dinlemeye hazır, henüz hayatın başında, lekesiz elleriyle tuttuğu çantasıyla ne kadar da naifti. Oysa eskiden o da çok severdi böyle naif ve hoş giyinmeyi ama artık kıyafetleri hakkınca taşıyamıyordu. Belki hayat yaşanılabilirken yaşayabildiklerimizden ibaretti.

Parça parça gençliğim o yitik yıllar, mahur şarkılar yine döndü sonbahar…

Yıllar yıllar önce birdaha gelmemek üzere uğurladığı hayat arkadaşı geldi aklına. Ankara treninde yolculuk yaparken, başında kalpak, sırtında pelerin penceresinin yanı başında son durağa kadar atının üstünde peşi sıra dolu dizgin gelen adam…Böylesine sevildiğini hissettiği o gün, ne kadar mutluydu…Keşke hep öyle sevilseydi…Ama maalesef çok geride kalmıştı o yıllar. Artık, "sevmek için geç ölmek için erken"di onun için. Yanında oturan torununa baktı. Nasıl da umutla izliyordu insanları, nasıl da ışıl ışıldı gözleri.

Yaşanmışlıklarını doldurduğu kesesini hissetmek için elini kalbine koydu.

“İyi misin anneanne, su getireyim mi” dedi torun,
“Yok” dedi usulca. İhtiyacı olan şey keşke bir bardak su olsaydı. Kana kana içseydi de, içinde sakladığı yara kabuklarının altındaki cerahat iyileşseydi.

Büyük torununun diplomasını alma sırasının geldiğini bildiren anonsu duydu. İşte karşısındaydı. Evlat gibi bakıp büyüttüğü en büyük torunu tahsilini tamamlayarak ona hediyelerin en büyüğünü veriyordu işte. Gözleri doldu, etrafına baktı. Herkes ne kadar heyecanlı, ne kadar parlaktı...Ellerine baktı tekrar; ellerinin solmuş teninde yitirdiği yılları gördü. Yitip giden umutlarını saydı buruşukluklarında. Geçen yıla göre artmıştı kırışıklıkları; biliyordu yolun sonuna gelmişti. Yürüyecek mecalinin kalmamasından biliyordu. Ayaklarında biriken ödemden biliyordu. Arada nefesini sıkıştıran yüreğinin değişen çarpıntısından biliyordu.

“Görüp görebileceğim bu kadardı işte” diye fısıldadı.

Torunu ona baktı şefkatle.  Duymuş muydu fısıltısını acaba? Oysa çok da alçak sesle mırıldanmıştı.

Derken ellerini avuçları arasına alırken bakışlarını kaçırdı torunu. Evet duymuştu…Oysa ikisi de biliyordu aslında gerçeği. Nicedir torun onun ellerindeki ölümü, nine ise torununun gözlerinde onun olmadığı geleceği görüyordu...İkisi de görmezden gelip başlarını önüne eğip yine yeniden meydan okudular ölüme.

3 Mayıs 2017 Çarşamba

HER TERCİH BİR VAZGEÇİŞTİR

Neydi bir insanın sınırları? Ne kadar ileri gidebilirdi, ne kadar acımasız olabilirdi bir insan. Ne zaman sınırını aşardı?…

Hafifçe esen bir rüzgar tüylerini ürpertti. O zamana kadar hiç bu kadar kimsesiz hissetmemişti kendini. Sevmişti evet. Çok sevmişti. Ömrünün kalan kısmını bir adama feda edecek kadar sevmişti. Feda da etti ya hani.
Yeni budanmış meşenin gölgesine oturdu. Gidecekti. Kaçmalıydı. Tan ağarmadan. Siyah iplik beyaz iplikten ayrılmadan gitmeliydi.

Bir insanın sınırları, o insanın çizdiği sınırlardı evet. Sonradan yumuşayabilen, sonradan bozulabilen ama en başta çizdiği sınırlardı evet. Ne kadar çirkinleşebilir, ne kadar saygısızlaşabilirdi bir insan? Kendi arzuları, kendi istekleri doğrultusunda bencillikte ne kadar ileri gidebilirdi? Karşındakinin yüreğinin bağlamasının akordunu bozmaya kıyabilir miydi?
Kıyar annem kıyar babam. Hem de öyle bir kıyar ki nefesin boğazında kalmış ekmek parçası gibi yırtar gırtlağını.

-Nereye?
-Ağlama Allah aşkına, çok zayıf görünüyorsun şuanda.
-Güçlüyüm demedim ki?...
-Bu yüzden gidiyorum işte. O kadar güçsüzsün ki tutunamıyorum sana.
-Neden?
-..........

Bazı sorular cevapsız olmaya mahkumdur. Gitmek isteyen  nasıl bir bahane bulup gidiyorsa, kalmak isteyenin de onlarca bahanesi olur kalmak için. Çığlıkların biter, hıçkırıkların biter, gözyaşların bir inci tanesi gibi avuçlarında sonrakini bekler. Öyle bağırır ki yüreğin, öyle bir haykırır ki gözlerin, en sevdiğini mapushaneye uğurlarken demir kapının ardında kalan iki göz olursun. Yapayalnız, savunmasız, çaresiz. Bir insanın sınırı buydu işte. Yüreğini açabildiği sınırdı. Yüreğini aralayışıydı.

-Yapma. Gitme. Seni çok sevdim. Kurbanın olayım ne istersen yapayım. Ama gitme…
-Hiç faydalı olmuyor bu tavırların…
Bir an için dünyanın dönmesi durdu. Yer sarsıldı, gök karardı. Kulağında sadece birkaç gün önceye dair arda kalan sevgi sözcükleri yankılanıyordu. Arkasını dönen adam terinin kokusunda uyuduğu adam mıydı? Arkasını dönüp giden adam leş gibi kafasının kokusunu içine çekerek öptüğü adam mıydı? Kimdi bu adam?...

Her soru kendi içinde cevabını barındırır. Gerçek şuydu ki, her tercih bir vazgeçişti ve neyden vazgeçtiğin seçtiklerin için ödediğin bedelin içinde saklıydı. Vazgeçtiğin her ne ise veya her kimse, sınırlarını zorlamamış olduğun şeyler olmalıydı. Birşeyi elde etmek için sınırları zorluyorsan vazgeçmemeliydin. Vazgeçeceksen neden sınırlarını zorluyordun ki.
Ancak hayat bir matematik değildi ve insanlar bir fonksiyonun bilinmezleri değildi. Herşeyi anlamak zorunda olmadığımızı anlamak için çok bedel ödemek gerekiyordu. Hazır olduğunda hayat tüm bedelleri tek tek “beni anlama, lütfen beni anlamaya çalışma” diye adeta yalvararak karşına çıkartıyordu. İnsan nefsiyle insan olur. Nefsinin-ki kendileri modern dünyada ego diye çağırılıyor-esiriyse atan başka bir yüreğin çırpıntısı sadece kulağı çınlatan vızıldama oluyordu o insan için. O insan kötü demek doğru muydu? Kötülük neydi peki?...
İşte dünya hayatı tam olarak burada başlıyor dostum. Dünyada kötülük değil bu. Olağan bir şey. Bir vazgeçiş, bir geçiş…Senin hayatından geçen, geçmesi gereken bir insancık bu. Hayatındaki görevi biten bu insancık yavaşça sıvışıyor her bir zerresine işlediği hücrelerinden. Yok lütfen kötülük değil bu, fazla duygusal düşünüyorsunuz...Hayat bu…İnsanlar bu…
Peki gelelim konumuza. Hani hayatta gitmeler, kalmalar, sıvışmalar, geçişler normal ya ona istinaden düşünmek gerekirse bir insan bir insanın sınırlarını ne kadar zorlamalıydı bu “hayat”’ta yada zorlamalı mıydı…
Gelecek zaman kipi, şimdiki zamanın içine hapsolmuş neden sonuç ilişkileri bütünüdür. İngilizcede bununla ilgili çok şık bir tense var “present perfect tense”. Kullanımını anlamak ilk etapta zor. Çünkü biz Türkler geleceği gelecekte yaşar, şimdiki zamandan düşünmemeye çalışırız geleceği. Ve başımıza gelen olayların geçmişte yaşadıklarımızdan kaynaklanmış olabileceği ihtimali o kadar düşüktür ki bundan sebep şimdiki zamanda olan hiçbir şeyin ileriki bir zamanda maddi manevi etkisini sürdürüyor olmasını kabul etmez, bu cümleleri de geniş zaman kipiyle kurarız. Adı üstünde “geniş zaman”.  O kadar geniş ki, sınırı yok. Nerede başlayıp bittiğini anlamamız mümkün değildir. Kalbi kırık bir insanım ben, arızalıyım…
Hangi noktada başlamış ve nerde bitmesini planladığın bir kırıklık bu? Yada bununla ilgili hiçbir şey yapmayı düşünmeyip önüne gelen kırılmamış herkesi kasırga gibi yıkıp geçip bitirene kadar mı? Kim kırdı seni? Ne zaman kırıldın? Nasıl geçecek bu kırgınlığın?
Acılarınız sizi intikamlarınızı masum insanlardan almanıza sebep olmasın. Bir zamanlar siz de masumdunuz ve sizde kırgın bir kalbin esareti altında parçalandınız. Bir insanın sınırları her şey olabilir. Namusudur, duygularıdır, sırlarıdır, gözyaşıdır. Hiçbir insan size sınırlarını yoktan yere açmaz. Farkında olmadan bilinç dışı yada gayet bilinçli şekilde yavaş yavaş o insanı istediğiniz kıvama getirmeye çalışırsınız. Çünkü istediğini elde etmeyi bir hastalık haline getirmiş çaresizliğinizi ve terk edilmişliğinizi bu zaferle telkin edersiniz. Oysa unuttuğunuz şey adaletin er geç tecelli edeceğidir. Kötülük bir tohumdur. Bir kere ektiğinde mutlaka filizlenecektir. Günün birinde dalından koparıp kokladığınız güzel bir çiçeğin sizin vakti zamanında ekmiş olduğunuz zehirli kötülük tohumunun ürünü olduğunu bilmeden kokusunu içinize çekersiniz. Aldığınız nefes boğazınızda kalmış ekmek parçası gibi yırtar gırtlağınızı. İşte dünya hayatı bitip, manevi hayat tam burada başlıyor dostum.

Televizyonun sesini sonuna kadar açtı. Onun adını duymuştu. Yüz yıl gibi gelen yıllar sonra ilk defa onun adını duymuştu televizyondaki haberlerde. Buğulanan gözlerinden net olarak seçemiyordu yazıları ama kulak kabarttı habere. Spiker monoton bir ses tonuyla butikteki bluzu satar gibi haberi satıyordu insanlığa:

"İş adamının kaçamağı ölümle sonuçlandı. Bir gece önce kaçamak yaptığı kadının kızı olduğu ortaya çıkan ünlü iş adamı tek kurşunla yaşamına son verdi"...



10 Nisan 2017 Pazartesi

VİCDAN İNSANIN İÇİNDEKİ TANRIDIR

Gerçek şuydu, hayat bir kurguydu ve bize bahşedilmiş karakterleri en iyi şekilde oynamak için vardık. Ne kadar iyiydik peki?...
İyi olmak ne demekti?...
Bir insan ne için iyi olurdu, Kim için yaşar, ne için paralardı kendini?...
Peki kimdi iyi insan?...
O fedakar cefakar merhametli insanlar neredeydi?...
Görünmez olmuşlardı. Görünür olanı etkisiz kılmak için her bir çığlığın arka perdesinde, her an sahneye atlamaya hazır şekilde gizlenmişti.
Kan, boşluk... kan, çığlık, boşluk...kan, çığlık, gözyaşı, boşluk...
Değişmeyen tek tümce vahşetti, kandı, boşluktu ve görünür olan çok fazla etkiliydi.
Davulun derisini patlatırcasına vuran tokmağın yırttığı deri gibi ciğeri sökülürcesine kendini var eden vahşet. Her zaman, her daim, her yerde...
Tek bir sözdeki, tek bir bakıştaki vahşet eşdeğer miydi silahın namlusundaki vahşete?... eğer koparıp aldığı candan öteyse eş değerden öteydi. Vahşet kansız da olurdu. Kansızca da yapılırdı. 
Sev kardeşim sev işte lan diye dürtesin geldiği insanlar tarafından acımasızca vahşete uğrardı insan. Planlı programlı, örtülü ödenekli ve sistemli bir vahşetin içinde anlamazken ne olduğunu, nefesi kesildiğinde farkederdi yediği dayağın acısını.
Ayarsızdı kötülük. Duru yoktu durağı yoktu ve en önemlisi gölgesi yoktu. Nereden geldiğini anlamadığın için düşüyordu gardın ve parçalanıyordun.
Hani yeni silinmiş cilalı granite basarsın ya hızlı hızlı yürürken, kayar düşersin hani ama hiç hazırlıklı değilsindir bu düşüşe ve elini bile koyamazsın yere, kafa üstü çakılırsın ya hani...işte tüm iyi niyetinle yaklaştığın insandan kötülük görmek böyle birşeydi. Kafan kırılıyordu...
Sevin kardeşim sevin lan işte. Becerebileceğiniz tek şey bu. Bir canlı olarak yapabileceğin en iyi şeyi yap bırak o gün kebap yeme. Ama sev işte. Bir köpeğin kafasını okşa, bir insana nazik davran, bir salaklığı örtpas et, birinin kıçını kurtar birgün ama sev işte kardeşim. Bırak sevilmeyi. Sevilmek kolay olan. Sen sev, sev ki dünyayı değiştir kardeşim. İçindeki nefretle yiyip yuttuğun insanları kusamadığın için saldıracağın odak noktanı kaybetme. Aynaya bak, dudağında yarım kalmış hain gülümsemenin ucundaki kan damlasına bak. Bırak işte bitti ömür. Gireceğin "2" metre çukur. Olabileceğin en iyi insan ol kâfi be insanoğlu. Cumaya gitmesen de olur belki bilemezsin ki. Ama onca kalp kırıkken vardığın secde kanlı değilmi yiğidim. Haydi uğurlar ola...

15 Aralık 2016 Perşembe

ÇÜNKÜ KİMLİKSİZDİ SARILMAK




Gözlerime bak, adını söyle. Biliyorum anlamayacaksın ama yeni öğrendim sormayı. Bildiğim tek soru bu. Lütfen kınama aksanımı. Alay etme, bıyık altı gülme…Adın ne?

Vildan. Senin?

İsra.

Esra…güzel sözlü, ışıl ışıl Esra. Suriyeli…Kaçmış gelmişlerden bir avuç “insan”...

Hiç gözlerime böylesine hayran bakan bir kız çocuğu olmamıştı. Kalabalıktı geldiği yerler. Acı vardı. Gürültü çoktu. Sessizce izledi ne yaptığımı. Dudağında minik, masum, kaçamak bir tebessüm. Ürkek…Ürkmüş, ürkütülmüş. Çünkü aslında insan olmayı becerememiş bir topluma sığınmış. Çünkü, çoğunlukla sevmeyi bilmediği için vatanını da sevememiş bir topluma sığınmış. Müslümanız diyen ama insanlar katledilirken sessizce secdede selam veren insanların arasında var olmaya çalışmış…Denemiş belli. İnsan olanı bulmayı denemiş. Bakışlarından belli. Ailesindeki diğer kadınlardan onay almak için onların bakışlarını arayışından belli…Tembihli…
Bir gözüme, bir kulaklığıma, bir de telefonuma bakıyor sonra yanakları kızarıyor. Gözlerini kaçırıyor. Utanıyor. Neyden utandığını anlayamadım. Kafa da yormadım işin garibi. Dinlemek ister misin dedim?
Dakikalardır bu teklifi bekliyormuş gibi parladı gözleri. Utandım. Elimdeki telefondan utandım. Bu müziği dinleyebiliyor olmaktan utandım. Yol boyunca Edip Akbayram’dan başladık. Biraz Kürtçe, biraz Zaza’ca şarkılar açtım. Sonra Arapça bir şarkı açınca o kadar sevindi ki. Hiçbir şey anlamıyordum sözlerinden ama hayatımda dinlediğim en güzel Arapça şarkıydı. Kaçamak bakışlarıyla teşekkür etti yol boyunca. O her baktığında ben biraz daha utandım. Konforum yerindeydi ve huzurluydum. Mutluydum evet. Bu lütuflar utandırdı beni. Ne kadar şımarık olduğumuzu düşündüm. Şımarıktık. Saçma sapan şeylere dertleniyorduk. Keşke tanımadığımız bir yabancının kulaklığıyla müzik dinlediğimizde bu kadar mutlu olabilme ihtimalimiz olsaydı. Sırf bu mutluluk için elimdeki her şeyi vermeye hazır olduğumu farkettim.

İnecekleri durağa geldiklerinde, ailesi sırayla bana baktı. Gözlerinde anlamlandıramadığım, belki de aslında hiç daha önce tanışmadığım bir teşekkür. Tam inecekken, ışıl ışıl baktı yine gözlerime. İçine almak istercesine sardı bedenimi. Ben çok uzun süredir kimseye böyle sarılmamıştım. Kimse bana böylesine sarılmamıştı. Utandım. Sanki yaptığım bir lütufmuşçasına bana teşekkür eden bebek kollarımdayken bu hayata, bu adaletsiz dünyaya lanet okudum. Çünkü kimliksizdi sarılmak. Irkı yoktu, renksizdi. 

28 Kasım 2014 Cuma

Soğuktur aşk. En az başarısız bir intikam kadar...

Gökyüzü ağladı. Güneş buz gibi oldu titredi. Rüzgar öfkeyle savurdu önüne geleni. Yağmur hissizleşti, rüzgarın öfkesiyle oradan oraya savruldu. Yarı çıplak bedenini örtemeyen giysilerine küfür savurdu kadın. Yağmurdan ıslandıkça üzerine yapışan ve sakladığı her mahremini, her sırrını ortaya çıkaran yağmura sövdü. Isıtmayan ama parlaklığıyla gözlerini kamaştırıp hain rüzgarın savurduğu eteğini toparlamaya fırsat vermeyen güneşe lanet yağdırdı. Yürürken attığı her adım daha meşakkatliydi artık. Aptalı oynamaktan yorulmuş mimiklerini serbest bıraktı. Gözyaşları bendi yıkılmış baraj gibi akıyordu renkli gözlerinden. Gözlerinin de rengi kalmamıştı ya hani...

Aldatılmıştı kadın. En kıymet verdiği, tüm masumiyetini avuçlarına bıraktığı erkeği tarafından aldatılmıştı. Düğün günlerini hatırladı. O kadar masumdu ki o gün. Bembeyaz gelinliğinin içinde ay parçası gibiydi. O gün sevdiği adamın oldu. Geleneklerinden sıyrılmak istememişti hiç. Evlendiği insanı bu şekilde onure edeceğini düşünüyordu. Böyle öğretilmişti ona. Masumiyet kavramı böyle şekillenmişti onun zihninde. Masumiyetini, belindeki kırmızı kurdeleyi çıkaran adama teslim etti. Hayatı bu adamdı artık. Onsuz nefes almak haramdı ona. Onsuz hiç nefes alamadı. Onun kokusu olmadan ağlayışı durmadı. Kokusu hala burnundaydı ama ağlayışı durmuyordu bu sefer. Hıçkırmalarını susturamıyordu. Kıymetlisi ondan geçmişti artık. Başka bir ten, başka bir kokunun peşine düşmüştü. Dünyada sevdiği erkeğin kokusundan ziyade koku yoktu onun için ama kendi kokusu o kadar da vazgeçilmez değilmiş meğerse...bilemedi...

"...Bir gecelikti. Onu sadece fiziksel olarak istedim. hiçbir şey hissetmedim inan..."

İnanmış gibi yaptı bir süre. Zaman geçtikçe, unutmak yerine daha da alevlendi içindeki ateş. Erkeğinin her gözlerine baktığında başka bir kadının dokunuşunu gördü. O, her konuştuğunda o dudaklara dokunan eller geldi gözünün önüne. Yapamadı. Gözleri geçmişe kilitli, arkasını döndü yatakta. Eşi uyuduğunda kalktı. Tiz bir horlama geliyordu yanındaki yastıktan. Tiksindi...

"...Ben bunca zaman nasıl uyudum bu horlamayla ?! ...Ayakları kokuyor!...Yıkanmadı mı bu adam yatarken ya!...Bir insan yatağın içinde ter mi kokar?!..."

Gırtlağındaki kasılmayla yataktan kalktı. Öğürmesi geçene kadar banyoda oyalandı. Aynada kendine baktı. Kaşlarını inceledi. Gözlerine dokundu. Burnunun yandan görünüşüne baktı.

"...Deli miyim ben?! Benden güzel olmasa neden onu tercih etsin ki?! Belli ki bende bulamadığı ama söylemeye de çekindiği şeyleri buldu onda. Ahlaksız!...Söyleseydi keşke. Ben bir yolunu bulurdum..."

Dünden yapmış olduğu plana istinaden hazırladığı kıyafetlerini lavabonun altındaki dolaptan çıkarıp giydi. Dantelli siyah jartiyerini düzeltti. Eteği, jartiyerinin tam başladığı yerde bitiyordu. Üzeerinde göbeği açık bir starplez bluz vardı. Makyajını da tamamladıktan sonra, istediği oranda aşifte olmuştu artık. Arabanın anahtarını alıp dairenin kapısını usulca kapattı. Üzerinde, yüreğindeki yangını kamufle edercesine, tanınmamak için giydiği siyah uzun paltosu vardı. Gözlüğünü taktı. Artık hazırdı.

Arabayı ne kadar amaçsızca sürdüğünü, yanından geçen kamyonun kulak patlatan kornasını duyduğunda farketti. Nereye gidecekti ki! Keşke önceden bir araştırsaydı. Arabayı kenara çekti. Planına iştirak edecek kişi kim olmalıydı? Ona asılan ama hiç yüz vermediği çevresinde dolaşan arkadaş bozuntularını düşündü ama hepsi evliydi. Aklına, bir ara arkadaşlarıyla türkü barlardan birine gittiği gün geldi. Henüz evlenmemişti. Üç kız, girdikleri barda vur patlasın çal oynasın, kah gözyaşı, kah kahkaha atma modunda eğlenirken etraftaki erkeklerin rahatsız edici tavırlarını farkedip alel acele oradan ayrılmışlardı. O erkeklerin yanlarında da, şuan üzerindeki giysilere benzer kıyafetler giymiş kadınlar oturuyordu. Evet. Nereye gideceğine karar vermişti. Kontağı çalıştırdı. Araba hareket ederken, radyoda Tanju Okan'ın kadınım parçası çalıyordu. Bu şarkı, erkeğinin en sevdiği şarkıydı. Ağlamamalıydı...Ağlarsa makyajı akardı...

"...Ben içki içmem. Ama içki içmediğimi söylersem inandırıcı olmam..."

Bara girdiğinde garsonlar yiyip bitirircesine bakışlarla karşıladılar onu. Kuytu bir köşeye oturabileceğini söylediler. Rakı söyledi...

İlk dubleyi çarşamba türküsüyle bitirdi. İkinci kadehi ise değmen benim gamlı yaslı gönlüme türküsünü mırıldanırken devirdi. Etrafta renkler birbirine karışmıştı. Tam sıradaki türküye iştirak edecekti ki yanında bir adam oturdu. Övgülerle ona yanaşmaya çalışırken, kaba elleriyle beline sarılmıştı. O an irkildi. ve saniyeler süren bir zaman aralığında aklı yerine geldi. Sonra yine karanlık...

Günün ilk ışıkları sapsarı renkli odanın içindeki tüm toz zerreciklerini ifşa ederken gözlerini açtı. Bir horlama sesiyle irkildi. Çırılçıplaktı. Sağından gelen bir nefes sesiyle titredi. Erkeği değildi nefes alan. Bir öğürmeyle banyoya koştu. Barda belini tutan adam, boylu boyunca yatıyordu yanında. Buradan çıkmalıydı. Kendine gelip, suya dalmışçasına nefesini tutup, hemen buradan çıkmalıydı. Odaya girdi. kıyafetlerini toparladı. Ayakkabılarını giyecek zamanı yoktu. Eline alıp parmak uçlarına basarak evden ayrıldı. Elleri titremeye, başı dönmeye başlamıştı. Gözlüğünü bulamadı. Nasıl gizleyecekti şimdi günahını!...

Dün geceyi düşünürken daha da fazla titredi oturduğu bankta. Gidecek hiçbir yeri, bunu anlatacağı hiçbir arkadaşı yoktu. Hıçkırıkları biraz azaldığında taksiye bindi. Evine gidecekti. Günahının bedeliyle yüzleşecekti. Yuvasına vardığında kapıyı aralık buldu. İçeriden ses gelmiyordu. Yatak odasına gitti. Garip bir parfüm kokusu vardı. Alışık olmadığı bir koku...

"Bunların hepsi şaka...Sadece ctrl F tuşuyla onu bulmak istiyorum..."

Eşine bugün için işe çok erken gitmesi gerektiğini ve çok geç döneceğini söylemişti. Sadece buydu. Peki bu parfüm kokusu neydi?!

Yastığının üzerindeki pempemsi lekeyi görüp kokladı. Allık kokusunu içine çekti. Tüm yaşanmış olma ihtimali olan anıları koklarcasına kokladı yastığı. Onun yastığıydı. Kendi yastığında başka bir kadının allığının kokusunu iyice duyumsadı. Duyumsadığından emin olmayıp, yeniden yeniden ve yeniden kokladı. Sakince yastığı yerine bıraktı. Banyoya gitti. Aynada darmaduman olmuş suratına baktı. Yırtılmış kıyafetlerini yavaşça üzerinden sıyırıp duşa girdi. Üstündeki yabancı ter kokusundan arınmak için saatlerce keselendi. Bornozuyla salona geldiğinde, öğle vaktini geçmişti. Boş boş, oturduğu koltuğun karşısındaki pencereden dışarıya bakıyordu. Gözleri tek bir noktaya sabitlenmiş, nefesi tek bir çizgide sessizce oturuyordu. Ondan intikam almaktı amacı. İntikamı uğruna bedenini bir yabancıya satmıştı. Misafirlere ikram edilen purolardan birini yaktı. Yine ikram için evde bulundurdukları viski şişesinden bardağına viski doldurdu. Bir kaç saat öncesine kadar ne içki ne de sigara içen bir kadındı. Öldürdüğü günahsız kadın için içkisinden bir yudum aldı ve gömdüğü hayallerinin erkeği onuruna bir nefes çekti purosundan. Sonra kalktı ve yuvasının açık bırakılmış, kapısını sıkıca kapattı ve üzerine yeni giydiği bedeniyle ıssız evde yapayalnız kaldı.