Gökyüzü sonbaharın hüznünü akıtıyordu sicim sicim…Arabanın penceresinden damla damla süzülen ve akıp giden yağmur damlalarına baktı. Sonra elini aldı avucuna. Karşısına uzattı ve izlemeye başladı. Ne kadar çok yükü taşımıştı bu eller. Ne kadar çok umuda tutunmuş, ne kadar çok fırsat yakalamıştı da çoğu zaman değerlendirememişti. Buruşmuş ellerinin üstündeki lekelere baktı. Her biri hayatının beş yılını temsil eden toprağın her tonundaki lekeler…Sanki lekeler arttıkça daha çok yaklaşıyordu toprağa…Biliyordu vakti azdı. Söylenmemiş sözlerle, konuşulmamış dertlerle dolu zamanları arkasında bırakmış, önündeki keçi yolunda kalan ömrünü arşınlıyordu. Tırnaklarına baktı…Sararmış, yüzeyi çatlamış, kırılgan…Onlar yardımıyla öyle çok yol katetmişti ki bu hayatta. İşte onlar da yolun sonuna gelmişti artık…
Arabadan indikten sonra okul sınırları içindeki tribünde kendilerine gösterilen yere oturdular. En büyük torununun mezuniyetini izlemeye gelmişti. Yanında oturan en küçük torunu, anlattığı hikayeleri dinlemeye hazır, henüz hayatın başında, lekesiz elleriyle tuttuğu çantasıyla ne kadar da naifti. Oysa eskiden o da çok severdi böyle naif ve hoş giyinmeyi ama artık kıyafetleri hakkınca taşıyamıyordu. Belki hayat yaşanılabilirken yaşayabildiklerimizden ibaretti.
Parça parça gençliğim o yitik yıllar, mahur şarkılar yine döndü sonbahar…
Yıllar yıllar önce birdaha gelmemek üzere uğurladığı hayat arkadaşı geldi aklına. Ankara treninde yolculuk yaparken, başında kalpak, sırtında pelerin penceresinin yanı başında son durağa kadar atının üstünde peşi sıra dolu dizgin gelen adam…Böylesine sevildiğini hissettiği o gün, ne kadar mutluydu…Keşke hep öyle sevilseydi…Ama maalesef çok geride kalmıştı o yıllar. Artık, "sevmek için geç ölmek için erken"di onun için. Yanında oturan torununa baktı. Nasıl da umutla izliyordu insanları, nasıl da ışıl ışıldı gözleri.
Yaşanmışlıklarını doldurduğu kesesini hissetmek için elini kalbine koydu.
“İyi misin anneanne, su getireyim mi” dedi torun,
“Yok” dedi usulca. İhtiyacı olan şey keşke bir bardak su olsaydı. Kana kana içseydi de, içinde sakladığı yara kabuklarının altındaki cerahat iyileşseydi.
Büyük torununun diplomasını alma sırasının geldiğini bildiren anonsu duydu. İşte karşısındaydı. Evlat gibi bakıp büyüttüğü en büyük torunu tahsilini tamamlayarak ona hediyelerin en büyüğünü veriyordu işte. Gözleri doldu, etrafına baktı. Herkes ne kadar heyecanlı, ne kadar parlaktı...Ellerine baktı tekrar; ellerinin solmuş teninde yitirdiği yılları gördü. Yitip giden umutlarını saydı buruşukluklarında. Geçen yıla göre artmıştı kırışıklıkları; biliyordu yolun sonuna gelmişti. Yürüyecek mecalinin kalmamasından biliyordu. Ayaklarında biriken ödemden biliyordu. Arada nefesini sıkıştıran yüreğinin değişen çarpıntısından biliyordu.
“Görüp görebileceğim bu kadardı işte” diye fısıldadı.
Torunu ona baktı şefkatle. Duymuş muydu fısıltısını acaba? Oysa çok da alçak sesle mırıldanmıştı.
Derken ellerini avuçları arasına alırken bakışlarını kaçırdı torunu. Evet duymuştu…Oysa ikisi de biliyordu aslında gerçeği. Nicedir torun onun ellerindeki ölümü, nine ise torununun gözlerinde onun olmadığı geleceği görüyordu...İkisi de görmezden gelip başlarını önüne eğip yine yeniden meydan okudular ölüme.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder