11 Kasım 2019 Pazartesi

MUM ALEVİYLE OYNAYAN KEDİ, AFFEDER Mİ ALEVİ



“Affetmek çiçek açmasıymış ruhun”...

Kitabı elinden bırakırken bir iç geçirdi. Vızıldamalarla dolu kitaplar…Yaşamadığı acıları yaşamış gibi yazan yazarlar. Bazı acılar süslü birkaç cümleyle vücut bulamazdı. Yaşamak lazımdı, acımak lazımdı. 

Bir yudum alıp unuttuğu kahve fincanına baktı. İnsan bir yudum alıp unutabilir miydi bir güzelliğin sonunu getirmeyiSaatlerdir açık olan televizyona baktı. Bazı insanlar da bazılarının hayatında böyleydi işte. Sessizlik olmasın diye açık bırakılan televizyon gibi. Ne dediği duyulmayan, izlenmeyen ve dinlenilmeyen. 
İnadına televizyonun sesini açtı. Ses şeridi sona dayanmıştı. Kulakları acımaya başladı ve anlamadığı bir yerden gelen gözyaşları boşanıverdi yanaklarına. Sıcak, zalim ve kaygısız.  

Seni de bağışladım, ey dili dikenim!
Ey dili bin beş yüz sonbahara denk düşenim
Göğsümde seksen kaplan yarası olanım
Seni de affettim,
Rahatla

Affetmiş miydi yaralarına sebep olanları? Varlığı bir hayata mal olan yaralarının sorumlularını... Bu yaralara denk düşenleri affetmiş miydi? Birden durdu gözyaşları; cevap bekler gibi, hızlı bir koşu sonrası soluklanır gibi durdu. 
Gözünün önünden film şeridi gibi geçen kayıplarını düşündü. Bu karelerde üç kayıp bir kazancı yutmaya başladı. Sonra, kayıpları kayıplarını yuttukça bir çığ gibi büyüdü. Önceden kaybolan misketleriyken, sonra kalemleri oldu. Sonra oyunlarındaki arkadaşlarını kaybetmeye başladı. Sonra babasını kaybetti. Bu kayıplar silsilesi, kontrolünü kaybetmiş çığ gibi, hayatının en üst noktasından aşağıya doğru, geçen yıllarla beraber yuvarlanmaya başladı. Kara bir delik gibi, kazandığı onlarca şeyi yutarak ilerledi hayatında. İlk aşkını yuttu önce. Sonra en yakın arkadaşını. Sonra hayallerini. Sonra güven duygusunu. Yuttukça büyüdü, büyüdükçe daha büyük şeyler yuttu. Yolun yarısına geldiği yaşta, düzlükte hız kaybetti çığ ve durdu. İçinde onlarca gözyaşı, çığlık, travma ile durdu. Arkasında bıraktığı fırtınada göz gözü görmüyordu. Sessizlik ve soğuk öyle sarmıştı ki yüreğini, soğuğu neden sevmediğini hatırlayıverdi.

Soğuk yürek üşümesiydi onun için. Yalnızlıktı, açlıktı. Aç uyumak zorunda kaldığı gecelerdi. Tüp parası veremedikleri için, kömürlüğe kaldırmak zorunda kaldıkları katalitiğin ardından şehrin ortasında soba yakmaktı. Soğuk, onun için kömür kokusuydu. Sobaya atılan ıslak odunlara değdiğinde hissettiği kimsesizlikti. Soğuk, onun için beden eğitiminde giyip bütün arkadaşlarının güldüğü, bileklerini kapatmayan eşofman altıydı. Soğuk, onun için babasının dükkan kapısına gittiğinde kapıdan çevrildiği gün eve sırılsıklam ve titreyerek gelişiydi. İşte bu yüzden sevmezdi soğuğu, yağmuru, kışı. Bir tek kar yağdığında unuturdu üşümeyi. 3 yaşındayken kar topu oynamaya çıkamadığı gün eve babasının getirdiği bir leğen karla kardan adam yapma fırsatını hatırlardı her kar yağdığında. Kar yağdığında, mecburen evde olurdu tüm aile halkı. Çay demlenirdi. Pencere denizliğine konulan çayın buharı üstüne çizdiği resimleri hatırlardı. O resim çizerken devam eden ve kulak dolduran sohbetler aklına gelirdi. Tıpkı, sessizlik olmasın diye açık bıraktığı televizyonun varlığı gibi…
İçmeyi unuttuğu ama yanında soğumaya devam eden kahve gibi…

Kitabı tekrar eline aldı. Kaldığı yerden okumaya devam etti. Affetmek yenilmek değildir, yazıyordu kitapta. Kabullenmek değildir, bırakmaktır diye de ekliyordu yazar. Bırakmak, ne ola ki böyle kolay telaffuz edilebiliyor ama tasavvuru bu kadar sancılı oluyordu. Affedilmesi gerekenler hala hayatındayken neyi nasıl bırakabilirdi ki. O bıraksa, kader öfkesini avucuna tutuşturuyordu. İşte o esnada yalnız olmak ağır geliyordu ona. Belki de yalnızlığı bu yüzden çokça sevmiyordu. Yalnızlık, onu içine çeken bir girdap gibiydi. 

Baştan yaratılmasını istediği kaderinin içine çeken bir girdap. Geri getiremeyeceği, değiştiremeyeceği şeyleri düşündüren bir karanlık.  
Dışarıda yağmur yağıyordu, sicim sicim dökülen damlalar yarış ediyordu pencere camı üstünde. Mum ışığının yarattığı aksini gördü camda.

Oyunlarını büyüten kedi büyüdü
Kendi türünde çocukçasına,
Döndü dolaştı, yavaş yavaş yürüdü
Geldi mumun yanına, oyuncakçasına.
Bir baktı, bir daha, bir daha baktı
Mumun alevinin dalgalanmasına.
Uzandı bir el attı.
Bıyıklarını yaktırmadan anlamayacaktı.
İlk kez gördüğü mumun yakmasına inanmayacaktı.

Mum aleviyle oynayan kedisine bakıp gülümsedi. Kedisinin alevle mücadelesi ne kadar kendisinin hayatla mücadelesine benziyordu. O da yanana kadar anlamamıştı beyhude mücadelenin ne demek olduğunu. O da oldurmaya çabalamaktan görememişti oldurulamayacakları. 

Yanmadan anlamayacaktı, anlamadı…Yandı…


Kedisinin kısa süre sonra patisi yanmış olacak ki, kenara çekilip patisini yalamaya başladı ve mumdan uzaklaşıp bulduğu karanlık bir köşeye uzandı. Tıpkı kendi hayatının dönemecinde yaptığı gibi...
Kedi, adeta sahibinin hayatına öykünerek kendi gerçekliğini yaratıyor, karanlıkta, yanmış
patisini yalarken, gecede saklanmış karanlığını kokluyordu.

11 Mayıs 2019 Cumartesi

SEVMEK İÇİN GEÇ, ÖLMEK İÇİN ERKEN

Gökyüzü sonbaharın hüznünü akıtıyordu sicim sicim…Arabanın penceresinden damla damla süzülen ve akıp giden yağmur damlalarına baktı. Sonra elini aldı avucuna. Karşısına uzattı ve izlemeye başladı. Ne kadar çok yükü taşımıştı bu eller. Ne kadar çok umuda tutunmuş, ne kadar çok fırsat yakalamıştı da çoğu zaman değerlendirememişti. Buruşmuş ellerinin üstündeki lekelere baktı. Her biri hayatının beş yılını temsil eden toprağın her tonundaki lekeler…Sanki lekeler arttıkça daha çok yaklaşıyordu toprağa…Biliyordu vakti azdı. Söylenmemiş sözlerle, konuşulmamış dertlerle dolu zamanları arkasında bırakmış, önündeki keçi yolunda kalan ömrünü arşınlıyordu. Tırnaklarına baktı…Sararmış, yüzeyi çatlamış, kırılgan…Onlar yardımıyla öyle çok yol katetmişti ki bu hayatta. İşte onlar da yolun sonuna gelmişti artık…

Arabadan indikten sonra okul sınırları içindeki tribünde kendilerine gösterilen yere oturdular. En büyük torununun mezuniyetini izlemeye gelmişti. Yanında oturan en küçük torunu, anlattığı hikayeleri dinlemeye hazır, henüz hayatın başında, lekesiz elleriyle tuttuğu çantasıyla ne kadar da naifti. Oysa eskiden o da çok severdi böyle naif ve hoş giyinmeyi ama artık kıyafetleri hakkınca taşıyamıyordu. Belki hayat yaşanılabilirken yaşayabildiklerimizden ibaretti.

Parça parça gençliğim o yitik yıllar, mahur şarkılar yine döndü sonbahar…

Yıllar yıllar önce birdaha gelmemek üzere uğurladığı hayat arkadaşı geldi aklına. Ankara treninde yolculuk yaparken, başında kalpak, sırtında pelerin penceresinin yanı başında son durağa kadar atının üstünde peşi sıra dolu dizgin gelen adam…Böylesine sevildiğini hissettiği o gün, ne kadar mutluydu…Keşke hep öyle sevilseydi…Ama maalesef çok geride kalmıştı o yıllar. Artık, "sevmek için geç ölmek için erken"di onun için. Yanında oturan torununa baktı. Nasıl da umutla izliyordu insanları, nasıl da ışıl ışıldı gözleri.

Yaşanmışlıklarını doldurduğu kesesini hissetmek için elini kalbine koydu.

“İyi misin anneanne, su getireyim mi” dedi torun,
“Yok” dedi usulca. İhtiyacı olan şey keşke bir bardak su olsaydı. Kana kana içseydi de, içinde sakladığı yara kabuklarının altındaki cerahat iyileşseydi.

Büyük torununun diplomasını alma sırasının geldiğini bildiren anonsu duydu. İşte karşısındaydı. Evlat gibi bakıp büyüttüğü en büyük torunu tahsilini tamamlayarak ona hediyelerin en büyüğünü veriyordu işte. Gözleri doldu, etrafına baktı. Herkes ne kadar heyecanlı, ne kadar parlaktı...Ellerine baktı tekrar; ellerinin solmuş teninde yitirdiği yılları gördü. Yitip giden umutlarını saydı buruşukluklarında. Geçen yıla göre artmıştı kırışıklıkları; biliyordu yolun sonuna gelmişti. Yürüyecek mecalinin kalmamasından biliyordu. Ayaklarında biriken ödemden biliyordu. Arada nefesini sıkıştıran yüreğinin değişen çarpıntısından biliyordu.

“Görüp görebileceğim bu kadardı işte” diye fısıldadı.

Torunu ona baktı şefkatle.  Duymuş muydu fısıltısını acaba? Oysa çok da alçak sesle mırıldanmıştı.

Derken ellerini avuçları arasına alırken bakışlarını kaçırdı torunu. Evet duymuştu…Oysa ikisi de biliyordu aslında gerçeği. Nicedir torun onun ellerindeki ölümü, nine ise torununun gözlerinde onun olmadığı geleceği görüyordu...İkisi de görmezden gelip başlarını önüne eğip yine yeniden meydan okudular ölüme.