3 Mayıs 2017 Çarşamba

HER TERCİH BİR VAZGEÇİŞTİR

Neydi bir insanın sınırları? Ne kadar ileri gidebilirdi, ne kadar acımasız olabilirdi bir insan. Ne zaman sınırını aşardı?…

Hafifçe esen bir rüzgar tüylerini ürpertti. O zamana kadar hiç bu kadar kimsesiz hissetmemişti kendini. Sevmişti evet. Çok sevmişti. Ömrünün kalan kısmını bir adama feda edecek kadar sevmişti. Feda da etti ya hani.
Yeni budanmış meşenin gölgesine oturdu. Gidecekti. Kaçmalıydı. Tan ağarmadan. Siyah iplik beyaz iplikten ayrılmadan gitmeliydi.

Bir insanın sınırları, o insanın çizdiği sınırlardı evet. Sonradan yumuşayabilen, sonradan bozulabilen ama en başta çizdiği sınırlardı evet. Ne kadar çirkinleşebilir, ne kadar saygısızlaşabilirdi bir insan? Kendi arzuları, kendi istekleri doğrultusunda bencillikte ne kadar ileri gidebilirdi? Karşındakinin yüreğinin bağlamasının akordunu bozmaya kıyabilir miydi?
Kıyar annem kıyar babam. Hem de öyle bir kıyar ki nefesin boğazında kalmış ekmek parçası gibi yırtar gırtlağını.

-Nereye?
-Ağlama Allah aşkına, çok zayıf görünüyorsun şuanda.
-Güçlüyüm demedim ki?...
-Bu yüzden gidiyorum işte. O kadar güçsüzsün ki tutunamıyorum sana.
-Neden?
-..........

Bazı sorular cevapsız olmaya mahkumdur. Gitmek isteyen  nasıl bir bahane bulup gidiyorsa, kalmak isteyenin de onlarca bahanesi olur kalmak için. Çığlıkların biter, hıçkırıkların biter, gözyaşların bir inci tanesi gibi avuçlarında sonrakini bekler. Öyle bağırır ki yüreğin, öyle bir haykırır ki gözlerin, en sevdiğini mapushaneye uğurlarken demir kapının ardında kalan iki göz olursun. Yapayalnız, savunmasız, çaresiz. Bir insanın sınırı buydu işte. Yüreğini açabildiği sınırdı. Yüreğini aralayışıydı.

-Yapma. Gitme. Seni çok sevdim. Kurbanın olayım ne istersen yapayım. Ama gitme…
-Hiç faydalı olmuyor bu tavırların…
Bir an için dünyanın dönmesi durdu. Yer sarsıldı, gök karardı. Kulağında sadece birkaç gün önceye dair arda kalan sevgi sözcükleri yankılanıyordu. Arkasını dönen adam terinin kokusunda uyuduğu adam mıydı? Arkasını dönüp giden adam leş gibi kafasının kokusunu içine çekerek öptüğü adam mıydı? Kimdi bu adam?...

Her soru kendi içinde cevabını barındırır. Gerçek şuydu ki, her tercih bir vazgeçişti ve neyden vazgeçtiğin seçtiklerin için ödediğin bedelin içinde saklıydı. Vazgeçtiğin her ne ise veya her kimse, sınırlarını zorlamamış olduğun şeyler olmalıydı. Birşeyi elde etmek için sınırları zorluyorsan vazgeçmemeliydin. Vazgeçeceksen neden sınırlarını zorluyordun ki.
Ancak hayat bir matematik değildi ve insanlar bir fonksiyonun bilinmezleri değildi. Herşeyi anlamak zorunda olmadığımızı anlamak için çok bedel ödemek gerekiyordu. Hazır olduğunda hayat tüm bedelleri tek tek “beni anlama, lütfen beni anlamaya çalışma” diye adeta yalvararak karşına çıkartıyordu. İnsan nefsiyle insan olur. Nefsinin-ki kendileri modern dünyada ego diye çağırılıyor-esiriyse atan başka bir yüreğin çırpıntısı sadece kulağı çınlatan vızıldama oluyordu o insan için. O insan kötü demek doğru muydu? Kötülük neydi peki?...
İşte dünya hayatı tam olarak burada başlıyor dostum. Dünyada kötülük değil bu. Olağan bir şey. Bir vazgeçiş, bir geçiş…Senin hayatından geçen, geçmesi gereken bir insancık bu. Hayatındaki görevi biten bu insancık yavaşça sıvışıyor her bir zerresine işlediği hücrelerinden. Yok lütfen kötülük değil bu, fazla duygusal düşünüyorsunuz...Hayat bu…İnsanlar bu…
Peki gelelim konumuza. Hani hayatta gitmeler, kalmalar, sıvışmalar, geçişler normal ya ona istinaden düşünmek gerekirse bir insan bir insanın sınırlarını ne kadar zorlamalıydı bu “hayat”’ta yada zorlamalı mıydı…
Gelecek zaman kipi, şimdiki zamanın içine hapsolmuş neden sonuç ilişkileri bütünüdür. İngilizcede bununla ilgili çok şık bir tense var “present perfect tense”. Kullanımını anlamak ilk etapta zor. Çünkü biz Türkler geleceği gelecekte yaşar, şimdiki zamandan düşünmemeye çalışırız geleceği. Ve başımıza gelen olayların geçmişte yaşadıklarımızdan kaynaklanmış olabileceği ihtimali o kadar düşüktür ki bundan sebep şimdiki zamanda olan hiçbir şeyin ileriki bir zamanda maddi manevi etkisini sürdürüyor olmasını kabul etmez, bu cümleleri de geniş zaman kipiyle kurarız. Adı üstünde “geniş zaman”.  O kadar geniş ki, sınırı yok. Nerede başlayıp bittiğini anlamamız mümkün değildir. Kalbi kırık bir insanım ben, arızalıyım…
Hangi noktada başlamış ve nerde bitmesini planladığın bir kırıklık bu? Yada bununla ilgili hiçbir şey yapmayı düşünmeyip önüne gelen kırılmamış herkesi kasırga gibi yıkıp geçip bitirene kadar mı? Kim kırdı seni? Ne zaman kırıldın? Nasıl geçecek bu kırgınlığın?
Acılarınız sizi intikamlarınızı masum insanlardan almanıza sebep olmasın. Bir zamanlar siz de masumdunuz ve sizde kırgın bir kalbin esareti altında parçalandınız. Bir insanın sınırları her şey olabilir. Namusudur, duygularıdır, sırlarıdır, gözyaşıdır. Hiçbir insan size sınırlarını yoktan yere açmaz. Farkında olmadan bilinç dışı yada gayet bilinçli şekilde yavaş yavaş o insanı istediğiniz kıvama getirmeye çalışırsınız. Çünkü istediğini elde etmeyi bir hastalık haline getirmiş çaresizliğinizi ve terk edilmişliğinizi bu zaferle telkin edersiniz. Oysa unuttuğunuz şey adaletin er geç tecelli edeceğidir. Kötülük bir tohumdur. Bir kere ektiğinde mutlaka filizlenecektir. Günün birinde dalından koparıp kokladığınız güzel bir çiçeğin sizin vakti zamanında ekmiş olduğunuz zehirli kötülük tohumunun ürünü olduğunu bilmeden kokusunu içinize çekersiniz. Aldığınız nefes boğazınızda kalmış ekmek parçası gibi yırtar gırtlağınızı. İşte dünya hayatı bitip, manevi hayat tam burada başlıyor dostum.

Televizyonun sesini sonuna kadar açtı. Onun adını duymuştu. Yüz yıl gibi gelen yıllar sonra ilk defa onun adını duymuştu televizyondaki haberlerde. Buğulanan gözlerinden net olarak seçemiyordu yazıları ama kulak kabarttı habere. Spiker monoton bir ses tonuyla butikteki bluzu satar gibi haberi satıyordu insanlığa:

"İş adamının kaçamağı ölümle sonuçlandı. Bir gece önce kaçamak yaptığı kadının kızı olduğu ortaya çıkan ünlü iş adamı tek kurşunla yaşamına son verdi"...